“Ah, yazık! Koca ömrünü sevilmeden geçirmiş, yazık. Sevmeyi
öğrenmemiş bir insan, nasıl olur da çocuklarına sevgiyi aktarabilir ki! Çocukken
başı okşanmamış, desteklenmemiş, olduğu gibi kabullenilmemiş. Aşkı hiç
tanımamış. Evlendi ya çocukları olmalıymış, yazılı olmayan kural böyleymiş. Sevmeyi
öğrenmemiş diyorum, daha ne eklesem anlamsız…”
Sevgi, öğrenilir ki aktarılsın, çağdan çağa, nesilden nesile
devam etsin. Bence, dünyadaki ilk gününden bu yana, insanoğlunun en büyük
yatırımı sevgidir. Sevgiden ötesi, yer çekimsiz ortamda dağılan su tanecikleri
gibi. Hani dünyanın çekirdeğinden bahsediyor ya bilim adamları, o çekirdek
sevgiden başka bir şey değil diyorum. Etrafındaki magma ise sevginin yaydığı
enerji, yeryüzünün olmazsa olmazı. Merhameti, inceliği, değer vermeyi, derdine
çözüm bulmaya çalışmayı, can kulağıyla dinlemeyi, paylaşmayı beraberinde
getiren, tüm insani duyguları birbirine kenetleyen çekirdeğimiz. Anneanne
evinde kahvaltıdaki çayın kokusu, babaanne evinde ölene kadar sigara içmiş olsa
da koltukların kokusu, aklınıza gelen kokuları sıralayın buraya. İşte o kokuyla
başlıyor sevgi, yeni doğmuş bebeği kucağınıza aldığınızda, boynundaki o
tarifsiz kokuyla. Yoksa neden sevdiklerimize dair bir üzüntü duyduğumuzda
burnumuzun direği sızlasın ya da neden özlediklerimiz burnumuzda tütsün? İnsan
sevmediğini özler mi hiç? Sevdiklerimizin olduğu her yer, onlar kokar! Gül
değil, karanfil değil, parfüm hiç değil, sevdiklerimiz kokar. Hem de her biri
ayrı ayrı, mis gibi kokar.
Ya burnunun dikine gidenler? Onlara ne demeli? Yani diyorum,
sevmeyi bilmeyenler, öğrenmemiş olanlar. Hoşgörüde cimri, eleştiri de bonkör;
size dair her şeyi küçümseyip, kendilerine dair her şeyi yüceltenler, onlara
sevgi öğretilmediği için suçsuzlar mı diyeceğim sanıyorsunuz? Elbette hatanın
büyük payı öğretmeyenlerde olsa da, önemli bir kısmının sorumluluğunu da
omuzlarına almalılar. Bu yükü taşımalılar. Yükü sırtlanmadıklarında, burnunun
dikine gitmekten başka yol bulamayan zavallılar onlar. Öğrenmeye öyle kapalılar
ki, sevgisizliğin kararttığı ruhlarında kayboluyorlar. Nasıl taklit ederek
konuşmayı öğreniyorsak çocukken, sevmeyi bilenleri gözlemleyebilirlerdi.
Taklitler, asıllarını nasıl yaşatırsa; sevmeyi öğrenmeye çalışmak da eninde
sonunda sevmeyi öğretirdi. Belki de tıkanan lavaboların sonucunu gözlemleseler,
sonuca ulaşmadan, mücadeleye girebilirlerdi. Pis sular birikmeden, kokuşup,
etrafa yayılmadan farkına varsalardı… Ya da onlara “Burnunun dikine gitme!”
demek yerine “Hey, burnunun dikine gidiyorsun da senin burnun eğri!” diyenler
olsaydı, taklit etmeye başlarlar mıydı? Bilmiyorum… Yürümeye çalışan
bebeklerdeki gücün, kendini ifade etmeye çalışan iki yaş sendromundaki
çocukların inadının hatırlanması gerekiyordu belki de…
Dünyayı dengede tutan çekirdek gibi, uzayın
belirsizliklerinden koruyan atmosfer gibi, yeryüzünü besleyen magma gibi…
Sevince ve sevilince hafifliyor, kendimizi güvende hissediyor, yüreğimizin
ışıltısıyla ısıtıyoruz etrafımızı. Kabullenmeyi biliyor, hoş görüyor, birçok
engeli aşma gücünü kendimizde buluyor ve tüm insani duyguları çağlar boyunca,
neslimize aktarıyoruz. Dünyaya gelir gelmez, sevgimizin kokusunu da yayıyoruz.
Hamurumuzda sevgi varken, sonrasında bunu unutanların hatırlamaya uğraşmaması
ne tuhaf!
Sevdiklerimizin ve sevdiğimiz her şeyin kokusuyla var
oluyoruz. O zaman gözlerimizden çıkan ışıltılar, gökkuşağının renklerini
dünyaya sergiliyor. Doğayla olmaktan keyif alıyor, sanata acıkıyor, ağız dolusu
kahkahalarla tatlandırıyoruz her şeyi. İşte o zaman, farklı formlarda hayat
bulan güzel anılar biriktiriyoruz. Sadece var oluşu değerli buluyor, sebep
arayarak varlığına değer eklemiyoruz.
Bütün güzellikleri bırakıp, öküz altında buzağı arayanlara,
acımasızca etrafındakileri yargılayanlara, var olan yüzlerce değeri değil de
eksiklikleri çoğaltanlara, ısrarla sadece maddeye odaklananlara, kendini Kaf
dağının sahibi sananlara, kendi rahatı için dört bir yanı rahatsız edenlere,
dinlemeyi bilmeyenlere, acıtmak için fırsat arayanlara diyorum ki BURNUNUZ
EĞRİ!