14 Kasım 2017 Salı

KAYGININ GÜLÜMSEYEN YÜZÜ: ÖSTRES


        

Bugüne kadar kaygının hep ürküten taraflarını okuduysanız ya da yaşadıysanız, bugün sizi biraz gülümseteyim. Yüksek düzeyde kaygının yaşam kalitemizi düşürmesinin aksine, belli oranda kaygının da hayatımıza kattığı olumlu yanları var. Yaşam enerjisi, problem çözme becerileri, karar verme hızı, tedbir durumları ve hatta liderlik yeteneğine etkisi… Kaygı, hepimizi olmasa da pek çoğumuzu aslında ışıldatıyor. Şaşırdınız değil mi? Bugüne kadar stresin, kaygının aslında kötü bir şey olduğu vurgulanırken, ben çıktım ve kaygı birçoğumuzda iyi bir şeydir diyorum. Arada bir huni ile dolaşsam da bunu bir süredir okuduklarımdan derleyerek söylüyorum. Yalnız özellikle vurgulamak istediğim bir durum var: burada bahsi geçen yüksek düzeyde kaygı değil. Eğer hayatınızı etkileyecek düzeyde kaygılıysanız, bir uzmandan destek almanızda fayda var.

Kaygı, günlük hayatımızda bazen bize tehlike sinyalleri vererek, tehdit içeren durumlara karşı uyarıcı bir özellik taşıyor. Böylece ortaya çıkan olumsuz koşullarla baş edebilmemizi sağlıyor. Diyelim ki yolda yürürken biraz ilerde kavga eden insanlar gördünüz, toplanan kalabalık, yükselen sesler size orada tehlikenin boyutlarına dair ipuçları veriyor. Tehlikenin büyük olduğunu fark ettiğiniz anda, yolunuzu değiştirmez misiniz? İşte gözle görünmez sorunlarda da kaygı düzeyiniz devreye girerek sizi oradan uzaklaştırıyor. Ayrıca size zarar verebilecek durumları da daha açık bir şekilde görmenizi sağlıyor. Kaygı hissiyatımıza sağlık o zaman, değil mi?

Motivasyonu besleyen nedenlerden biri de kaygı diyor değerli uzmanlar. Bir konu üzerinde çalışmaya devam edebilmek, bir sorun oluştuğunda üstesinden gelebilmek için çaba sarf edebilmek, tatlı kaygımız sayesinde oluyor. Bunu sadece hislerimizle de yapmıyoruz üstelik! Hormonlarımız da devreye giriyor: Kaygı durumunda ortaya çıkan fizyolojik belirtiler –kalp atışında hızlanma, gözbebeklerinin büyümesi, nefes alış verişinde düzensizlik gibi – adrenalin hormonunun salgılanmasını sağlıyor ve bu da bizi daha güçlü hale getiriyor. Yani bedenimiz de bize “daha güçlü olup, savaşabilmen için destek timi devrede!” sinyali veriyor. Bunun yanı sıra, endorfin, seretonin ve dopamin hormonları düzeyinde artışa sebep olarak, sakin kalabilmemiz için bize uygun ortamı oluşturuyor. Böylece hayata dair motive oluyor ve heyecanımızı koruyoruz.

İnsan ilişkilerinde de şaşırtıcı etkilerle karşı karşıyız! Liderlik özelliği olan insanların da kaygılı oldukları, üstelik bu sayede empati düzeyi daha yüksek, dikkatli ve hızlı karar veren, harika problem çözücüler olarak işlerini yönettikleri görülüyor. Tabi kaygılı insanların utanç duygusuna sahip olması, diğer insanlara karşı güvenilir olduklarını da gösteriyor.

Gelelim en önemli noktalardan birine: SINAV KAYGISI! Aşırı olmadığı sürece başarıyı tetiklediğini ve başarısız olma ihtimalini ortadan kaldırdığını söylesem! Sınavlardan önce kaygınızı sevin, çünkü sizi olası olumsuz durumlardan koruyacak. Pamuklara sarıp “Ah sen ne sevimli şeymişsin kaygı.” dediniz mi içinizden? Rahatça söyleyin ve gülümseyin, kaygının hayatınıza kattığı güzellikleri düşünün. Hayatımızı renklendiren bu durum İngilizce “Eustress”, Türkçe Östres olarak ifade ediliyor. Ben bu duruma “Sempatik Stres” demeyi tercih ettim kendimce.

Okuduklarımdan yola çıkarak, benim de Sempatik Stres durumlarına eklemek istediklerim var. Günlük hayatımızda, sabah uyandı
ğımız andan gece uyuyana kadar pek çok karar veriyoruz. Bu kararların bir kısmı farkına bile varmadığımız basit işler olduğu gibi bazıları da bizde ciddi stres oluşturuyor. Karar vermenin bir boyutu da problem çözme becerilerimizle ilgilidir. Karşılaştığımız sorunlarla baş edebilmemiz, doğru ya da yanlış kararlarla sorunların üstesinden gelebilmemiz, dünyanın ilk insanlarından beri var olan bir durum. Hangi şartlarda yaşıyorsak yaşayalım, ilk insanın hissettikleriyle aynı duyguları yaşıyoruz. Kaygı olmasaydı, her şey tekdüze olmaz mıydı? Östresin bu kadar iyi tarafları da varken, neden çocuklarımıza çok rahat edebilecekleri, sıkıntı yaşamayacakları ortamlar oluşturmaya çalışıyoruz ki? Gelecekte problem çözmelerine gerek kalmayacak diye mi düşünüyoruz? Gün içerisinde kaç sorunla baş etmek zorunda kaldığınızı listelerseniz, bunun bir hayal olmaktan öteye geçmeyeceğini de göreceksiniz. Bazı durumlarda utansın, düşünsün, karar verebilsin, sorunları çözebilsinler.

Dünyanın düzeninin sağlıklı devam etmesi, doğanın dengesinin bozulmaması, enerjimizin, heyecanımızın tükenmemesi için: YAŞASIN SEMPATİK STRES!






6 Kasım 2017 Pazartesi

BİREYSELLİK VE BENCİLLİK ARASINDAKİ UÇURUM



Doğduğunuz şehirden yıllardır uzakta yaşıyorsanız, sizi o şehre gittiğinizde içten içe güldüren hatırınızı yoklayarak başlayalım mı?

Çocukken yemek yeme sorunum bütün aileyi derde düşürmüş. Azıcık yemek yiyorsam, yemeğin içerisine ne ekleseler de farklı vitaminleri de alsam diye şaşırırlarmış. O bir kaşık için ağzımı açmazmışım bile. Annem okula gittiğinde babaannemle kalırken, en köklü çözümü babaannem bulmuş. Babaannemin evi, neredeyse "Ankara ayaklarımızın altında" diyeceğiniz bir yerdeydi. Ankara’nın o dönem tüm önemli yapıları evden görünürdü. Ankara’nın güvercinlerini bilirsiniz; öyle çoklardır ki… Kışın babaannemle güvercinler için balkona ekmek kırıntıları koyardık, babaannem bakmış ki ben bu işi kaptım, yemek yemem için o muhteşem eylemi gerçekleştirmiş: “Aç ağzını, ye bakalım şunu, yemezsen şimdi kuşlar gelecek karnımı yiyecek!”. Ah, tüh, vah yazık olmuş sana demeyin. Yıllardır hatırlayıp kahkahalarla güldüğüm bir olaydır. Yemeğimi yermişim tabi! Kuşlara da ekmek vermemin amacı “Aman doysunlar da, babaannem beni yemek için zorlamasın.” diyeydi, mıh gibi aklımda! Böyle bir olayı günümüzde yorumlayacak pek çok uzman (!) “Çocukta korku oluşturacak bu durum ….” diye cümlesine başlayabilir. Oluşmadı, endişelenmeyin. Kuşları seviyorum, babaannemi de. Dahası ne zaman Ankara’ya gitsem, o  çocuğa dönüşüp kıkır kıkır gülüyorum.

Ne yapsalar daha doğruydu, şu anki çözümlerinizle düşünün? (Sindirim rahatsızlıklarını ayrı tutarak) “Onu yemedi bunu yapalım, ay çocuk bunu sevmedi ötekini alalım, vah çocuk berikini istemedi tamam istediği bir şey bulalım…” Tanıdık geldi mi?

Ne yaptılar? “Bu tabak bitecek.” dediler, bunu derken yemeğin içerisine farklı vitaminler alsın diye bana hissettirmeden başka besinler eklediler. Ama hiçbir zaman aile sofrasının çeşidinden farklı bir şey sunmadılar. Bu bahsettiğim yıllar seksenler. Gelelim doksanlara, biraz büyüyünce gerçekleşen bazı sahnelere. Çocuğuz aklımıza bir şey geldi, koştuk büyüklerin yanına, artık derdimiz, istediğimiz neyse. Sahnedeki büyükler sohbette, hoooop başladık paldır küldür konuşmaya. O zamanlar sahnenin esas oyuncuları büyüklerden birinden bir ses geldi, “Yavrum, şu anda konuşuyoruz, sözüm bitsin o zaman dinleyeceğim.” Tanıdık geldi değil mi? Bekledik mi? Evet. Çatladık mı beklerken? Hayır! Şimdi sahnenin esas oyuncuları kimler? Oyuncu değişikliğinin sonuçlarına bakalım mı?

Okul bahçesinin ortasına içtiği gazozun şişesini keyfi atıp, şişeyi parçalayıp, uzaklaşmaya bile gerek duymayan; sorulduğunda “Canım istedi de kırdım” derken rahatsız olmayan çocuk…Ya da arkadaşının eşyasını izinsiz almaktan çekinmeyen, bir başkasının rahatsız olabileceğini düşünmeye bile gerek duymayan,  kendinden güçsüzlere gerek şiddetle gerekse sözle her istediğini yapabileceğini düşünen, kendi dünyasının kral ve kraliçeleri olarak karşımıza, toplumun herhangi bir köşesinden çıkıveriyorlar.

Yeter ki istediğini yapsın, sussun, mutlu olsun da bir başkası ne hissederse hissetsin diyerek yetiştirilen çocuk, acımasızca söylüyorum ama MUTLU OLMUYOR! Özgüven, kendini doğru ifade edebilme, hakkını arama gibi durumlara dair yazılmış kitapların, bunlar üzerine konuşan uzmanların yanlış anlaşıldığını düşünüyorum.

                Kuralların, kurallara uymanın, sınırların, toplumla uyum içinde yaşamanın çocuğa güven verdiğini biliyor muydunuz? Sorumluluklarını yerine getirebilen çocuk özgürleşir, kendine güveni gelişir. Kurallar ve sınırlar (aşırı durumlar değil), çocuğun kendisini güvende hissetmesini sağlar. Beklemenin, sabretmenin tadına varan çocuk, her açıdan mutluluğu yaşar. Bir çocuğun başarısına odaklanırken, başarının mutluluk üzerinde etkisinin olmadığı gerçeğini artık araştırmacılar anlatmaktan çekinmiyor. İçsel mutluluğun, paylaşmak, yardım etmek gibi temel insani duygularla geliştiğini vurguluyorlar. Bireysellik ve bencillik arasındaki uçuruma kaç çocuğu yuvarlıyoruz dersiniz?