Sevgili
Herakleitos, ilk cümlem sana : “Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir” demiştin
ya, yanılmışsın! Evrende değişmeyen tek şey çocukluğun kendisidir. Bu savımı
çocukluğumuza inen Freud ile ya da “insanın anavatanı çocukluğudur” diyen
yazarlarla değil, hangi neslin çocuğu olursa olsun, duygularla savunacağım. Eğer
yaşadığım şu dönemde zaman makinesi fikri gerçeğe döner de dördüncü boyutta
karşılaşırsak, biraz da laflarız, yanımda çekirdek de getiririm, söz.
Bir leğen, içi
su dolu elbette, bir de beyaz sabun, işte bu ikisi bir araya geldiğinde kardeşimle
en sevdiğimiz oyunlardan biriydi sütçülük! O sabunu bitirene kadar, yani suyun
rengini beyaza çevirene kadar uğraşırdık, sonra al eline bir maşrapa, başla süt
satmaya! Sanıyorum işin en keyifli kısmı su! Ellerimiz buruştu ya hep öyle
kalacak diye de oyunun ardından bir korku sarardı bizi. Şimdi traş köpüğü
kullanıyoruz çocuklar için bazı oyunlara… Çamur oyunlarımızı hatırlarım, bu yıl
havalar yeni yeni düzeliyor buralarda, ilk fırsatta çocuklarıma da çamurla
oynama fırsatı tanıyacağım: biri su taşır, biri çamuru kıvama getirir, bir
diğeri elinde çalı çırpı, hayali mimari bir şahesere dönüştürür. Belki dev bir
fırın, belki bir saray, bir labirent, tatil köyü… Artık o gün sanatçının aklına
ne gelirse. Bir gün baraj yaptığımızı hatırlıyorum, taşlardan kapakları olan,
çalı çırpı yine barajın set kısmı, oldukça afili bir yapı; ben suyu biraz hızlı
döktüm, baraj tarumar. “Demek bir yerde hata yapmışız, çamuru güçlendirmek
lazım ki sel olursa yıkılmasın” dedi biri, biz yine başladık imece usulü barajı
yeniden inşa etmeye. Ağlamadık, pes etmedik, birbirimizi suçlamadık… Bu oyunu
bize yetişkinler kurmamıştı, ya da ötekinde sabunu kullanarak “Sütçülük oynayın
çocuğum” dememişti biri, biz bulmuştuk. Günümüz öğrenme yaklaşım ve
uygulamalarında özellikle vurgulanan becerileri yapmış mıyız? Evet. Yaratıcı
düşünme var, problem çözme becerisi var, eleştirel düşünme var, hatta ekip
çalışması ve birbirine saygı da var. Sizler de düşünün oyunlarınızı, neler yok
ki!
Canım çocukluk!
Yüz yıl öncekiler de karanlıkta yatağının yamacında bir yerde saklanmış canavardan
korkup gözlerini yumardı, bugünün çocukları da karanlıkta “ya canavar çıkarsa”
diye korkuyor. Otuz yıl öncekiler de ölmüş bir hayvan için mezar yapardı,
şimdikiler de aynı merhametle yaklaşıyor. Bin yıl öncekiler de başkasında
farklı bir oyuncak gördüğünde aynısı kendisinin de olsun isterdi, bugünün
çocukları da istiyor. Aslında oyunların türü, oyuncakların maliyeti değişse de
hissettirdiği duygular ilk çocuktan bugüne aynı kalıyor.
Kahkahası,
üzüntüsü, kıskançlığı, merhameti, acımasızlığı; hatırladığınız tüm duygular,
yüreğinizde derleyin hepsini… Ne değişmiş? Sanki problem çözme becerisi
kısmında biraz sıkıntı var. Neden? Oyunu çocuk kendisi kurmuyor, problemle
karşılaştığında çözümde devreye yetişkin giriyor, hani şu meşhur “seçenek sunma”
yaklaşımı en hafifletilmişi. Çalı çırpıdan oyuncak yapabilme, tencereleri
kullanıp türlü oyuncaklar icat edebilme fırsatı yok, oyunu illa ki önüne
sunulanlarda sanıyor. Sorumluluğu ödevlerle eş değer tutuyor. Oysa bizler,
arkadaşlarımızla oyun kurarken evlerimizden bazı eşyaları götürerek yeni
oyuncaklar yapardık. Evden getirilenlerin de birer sorumluluk olduğunu oyun
kurarken öğrenirdik. Ne zaman çocukluk duygularının genleriyle oynadık
bilmiyorum. Teknolojinin mi bu duyguların üzerinde yan etkisi oldu yoksa bizler
mi yan etkiyi oluşturduk bu ayrı bir yazı konusu. Çocuklarımıza doğal ortam
sunmaya, organik yiyecekler yedirmeye çalışırken, acaba asıl zararı ilk
çocuktan bu yana değişmeyen duygulara mı yaşatıyoruz? Hakikaten biz yetişkinler
neden çocukların oyunlarına burnumuzu sokuyoruz? Neden en ufak bir sorunda pes
ettiklerinden, yenilgiyi kabullenemeyişlerinden, en eğlenceli oyunları bile
yarış olarak algılamalarından yakınıyoruz da aşabilecekleri engelleri
ellerimizle yok ediyoruz?
Her bir kuşak
bir öncekinden daha ileri gitmiş, düzen bu: boynuz kulağı geçer. Duygular hiç
değişmemiş. Tutuğumuz takım yenilince, kupayı kazanan takıma yüzümüzü dönmüşüz,
karanlıktaki hışırtıdan korkmuşuz, kardeşimizi kıskanmışız, gece yatağa yatınca
anlamsızca kıkırdamışız… E bırakalım da biraz tencere tabak dolabı karışsın,
mutfak gereçleri oyuncak kutusundan çıksın, yorgan nevresim dolabı (eski
evlerde yüklük) boşaltılıp çocuklara gizli ev olsun. Ben size Marslıları
yollarım temizliğe! Gelecek nesillere çocukluk duygularını değişime uğramadan
aktarabilmemiz için yeter ki duyguların genleri aynı kalsın! “Hayatı kalbin
gibi yaşarsın” der annem, bırakalım da çocukların kalbi çocuk kalsın!
Sevgiyle kalın...
Peki gerçekten çocukların kalbi çocuk kalabiliyor mu buna izin vermeyen bir sürü İnsan var
YanıtlaSilkalbin çocuk kalabiliyorsa, o kalp engel tanımaz
SilWoww süper olmuş bir çırpıda okudum içim ciz etmedi değil hani çocukluk öyle değişti ki görmemek mümkün değil şimdiki çocuklar robot gibi onu yap bunu yeme otur kalk derken yaratıcılık bitiyor.hem cocuklugumu özledim bu yazıyla hemde çocuğum aynı şeyleri yasamadigi icin üzüldüm hayat çok acımasız neleri almıyor ki elimizden..
YanıtlaSilteşekkür ediyorum:) onlara bizim yaşadıklarımızı yaşatmak bizim elimizde aslında
SilAnneniz ne güzel demiş 'hayatı kalbin gibi yaşarsın' Çok sevdim yazını.. Çanakkale'den sevgiler Özlem :)
YanıtlaSilTeşekkür ediyorum canım:)
Sil