24 Ağustos 2017 Perşembe

TEREKLER VE DÜNYA KLASİKLERİ



    “Baba, ben okumak istiyorum.”

    “Tamam kızım, 5.sınıfı “PEKİYİ” ile bitir, seni öğretmen okuluna yollayacağım, söz.”
   O yıl, her yıl olduğundan daha fazla çalışır ve ilkokuldan pekiyi derecesiyle mezun olur. Gözlerinde karnenin sevinci bir yana, “Öğretmen olacağım” umudunun ışığı ile koşarak eve gelir. Öyle ki elindeki karne, gökyüzünde kuş gibi süzülen bir uçurtmadır artık onun için. Karneyi görünce duygusuz bir ifade takınır yüzüne babası, “Çarşıya gidip geleyim de konuşuruz” der kızına. Babası eve gelene kadar heyecandan yerinde duramaz çocuk. Sert bakışlar ve asık bir suratla eve gelen baba, “Okumayacaksın, kız kısmı evde oturur ne işin var okulda! Git şu güğümleri doldur, su kalmamış evde. Evle ilgilen biraz.” Gözünün feri sönmüş, uçurtması hızla yere çakılmıştır bir anda. Paramparça eder karneyi. Alır güğümü eline, çeşmeye kadar duvarlara vura vura gider. Çeşmeye vardığında delik deşik olmuş bir güğüm elinde, kırmızı bir beş parmak izi de yanağındadır. Demir ustasının heybetli elinin çocuğun yanağında bıraktığı acı, cam gibi dağılmış hayallerinin yanında kuş tüyünden de hafifmiş!

    Gel zaman git zaman dikiş öğrenmiş, moda dergilerinden kalıplar çıkartmış, en güzel kıyafetleri dikmiş. Evinin en güzel sedir örtüleri, nevresim takımları sanki “çarşı malıymış” gibi bir köşeye yerleşmiş. Kolalı gibi dantelleri olmuş, kâğıt gibi ince, parçalanmaz yufka ekmekleri… Bunlar yetmemiş, başlamış şehirlere gidenlere para vererek kitaplar almaya. Genç yaşta evlendirildiği kocasına yeni fotoromanları almasını sipariş etmiş. Kırmamış kocası onu bu konuda, hangi kitabı isterse bulmuş buluşturmuş, son fotoromanları toplayıp eve getirmiş. Bir yandan çocuklarını okuturken, bir yandan da onlara moda dergilerinden elbiseler dikmiş. Hep en güzellerini giysinler istemiş. Dikişten keyif almış, bağını bahçesini aşkla yeşertmiş. Zamanla kızları evlenmiş, torunlar doldurmuş evini. Torunlarına oyun kurmak, tahtadan oyuncak yapmayı öğretmekten de mutlu olmuş. İlk buzdolabı çıkıp evine yerleştiğinde, tel dolap kitaplık ola
rak kullanılmış. Kitaplar, oturma odasının tereklerinde kolalı gibi duran dantellerin üzerine yerleşmiş. Sedirin altı sepet sepet kitap dolmuş.

    “Anneanne, neden bu kadar çok seviyorsun kitap okumayı?”

   “Okumasaydım, yaşadığım küçücük hayatta tüm dünyayı, yüzlerce insanı nasıl tanırdım? Her bir kitap bambaşka bir hayata pencere demek yavrum. Okuduğum son kitap dün bitti, haydi, halk kütüphanesine birlikte gidelim de yenisini alalım, ne dersin? Güzel bir kıyafet giy ama oraya gittiğimizde çok fazla insanın karşısında olacaksın.”

    “Tamam anneanne, çok mu kalabalık kütüphane?”.

    “Çok kalabalık ya, her meslekten, her ülkeden insanlarla dolu”.

     ….....

    “Hani? Kalabalık nerede?”.

    “Bak raflara, raflara baktığında göreceksin nasıl da kalabalık bir yerdeyiz. Tabi burası, dünyanın en güzel kalabalığı. Keşke yavrum keşke bütün bu kitaplar evimde olsaydı, hem aklımda yalnız kalmaz hem sevdiğim tüm kahramanlarla birlikte yaşardım. Olmuyor ama, buradaki kadar kitabı bulamıyorum. Biliyor musun, en çok dünya klasiklerini seviyorum. Hepsini, hem de hepsini evimin baş köşesine yerleştirirdim… ”.

    Güğümlerden testiye su doldurmak kadar normalleşmiş kitap aşkı, çocukken gözlerinin ferini biraz olsun ateşliyordu. Ta ki gözlerinden aniden rahatsızlanıp, görme yetisini kaybedene kadar. Neredeyse tamamen göremediği bir gün “En çok da kitap okuyamadığıma üzülüyorum” diyerek ağlamıştı.

…………

   Baş kahramanla empati kurarak bu hikayeye bakıldığında, hüzün veren, bu kadar da olmaz dedirten, bazıları için boğaza düğümlenen bir hâl oluyor. Kahramanın kendi hayatı içerisinde, hikâye üzücü iken, ya kahramanın sonrasındaki hayatlarda? Henüz 13 yaşında Suç ve Cezayı okumuş, şu an 37 yaşında hafızasından silinmemişse, bir sonraki kuşağa hatta dünya son bulmazsa daha sonraki kuşaklara paha biçilemez bir hazine bırakılmışsa? Kütüphaneye kendisinden küçüklerle ne zaman gitse, öncesinde “En güzel kıyafetlerinizi giyinin, kıymetli bir kalabalığın önüne çıkacaksınız” diyorsa, o zaman kahraman ile empati kurulduğunda hissedilen hüzün, isyan, öfke duyguları hangi duygularla yer değiştirmiş dersiniz?
  
   Terekte, sepette, tel dolapta da olsa, evdeki kitaplıklar sonraki kuşaklara bırakacağınız en güzel hazinedir! Kitapların tadının damakta kalması ise bence kuşaktan kuşağa aktarılmasıdır, biz görmeyecek olsak bile…

   Not:  Kahramanımız, bir gün babasının mezarı başındadır, “Bana söz vermiştin, öğretmen okuluna gönderecektin… Bunun için seni asla affetmeyeceğim!”.

  Canım anneannem, nur içinde yatsın; derya denizdi… Görme yetisini kaybetmeden önce fotoğraftaki dört kitap elimdeymiş demek ki sadece bunlar kalmış. Kitapların akıbetini kimse bilmiyor…