“Baba, ben okumak istiyorum.”
“Tamam kızım, 5.sınıfı “PEKİYİ” ile bitir, seni öğretmen
okuluna yollayacağım, söz.”
O yıl, her yıl olduğundan daha fazla çalışır ve ilkokuldan
pekiyi derecesiyle mezun olur. Gözlerinde karnenin sevinci bir yana, “Öğretmen
olacağım” umudunun ışığı ile koşarak eve gelir. Öyle ki elindeki karne,
gökyüzünde kuş gibi süzülen bir uçurtmadır artık onun için. Karneyi görünce
duygusuz bir ifade takınır yüzüne babası, “Çarşıya gidip geleyim de konuşuruz”
der kızına. Babası eve gelene kadar heyecandan yerinde duramaz çocuk. Sert
bakışlar ve asık bir suratla eve gelen baba, “Okumayacaksın, kız kısmı evde
oturur ne işin var okulda! Git şu güğümleri doldur, su kalmamış evde. Evle
ilgilen biraz.” Gözünün feri sönmüş, uçurtması hızla yere çakılmıştır bir anda.
Paramparça eder karneyi. Alır güğümü eline, çeşmeye kadar duvarlara vura vura
gider. Çeşmeye vardığında delik deşik olmuş bir güğüm elinde, kırmızı bir beş parmak
izi de yanağındadır. Demir ustasının heybetli elinin çocuğun yanağında
bıraktığı acı, cam gibi dağılmış hayallerinin yanında kuş tüyünden de hafifmiş!
Gel zaman git zaman dikiş öğrenmiş, moda dergilerinden
kalıplar çıkartmış, en güzel kıyafetleri dikmiş. Evinin en güzel sedir
örtüleri, nevresim takımları sanki “çarşı malıymış” gibi bir köşeye yerleşmiş. Kolalı
gibi dantelleri olmuş, kâğıt gibi ince, parçalanmaz yufka ekmekleri… Bunlar
yetmemiş, başlamış şehirlere gidenlere para vererek kitaplar almaya. Genç yaşta
evlendirildiği kocasına yeni fotoromanları almasını sipariş etmiş. Kırmamış kocası
onu bu konuda, hangi kitabı isterse bulmuş buluşturmuş, son fotoromanları
toplayıp eve getirmiş. Bir yandan çocuklarını okuturken, bir yandan da onlara
moda dergilerinden elbiseler dikmiş. Hep en güzellerini giysinler istemiş. Dikişten
keyif almış, bağını bahçesini aşkla yeşertmiş. Zamanla kızları evlenmiş,
torunlar doldurmuş evini. Torunlarına oyun kurmak, tahtadan oyuncak yapmayı
öğretmekten de mutlu olmuş. İlk buzdolabı çıkıp evine yerleştiğinde, tel dolap
kitaplık ola
rak kullanılmış. Kitaplar, oturma odasının tereklerinde kolalı gibi
duran dantellerin üzerine yerleşmiş. Sedirin altı sepet sepet kitap dolmuş.
“Anneanne, neden bu kadar çok seviyorsun kitap okumayı?”
“Okumasaydım, yaşadığım küçücük hayatta tüm dünyayı,
yüzlerce insanı nasıl tanırdım? Her bir kitap bambaşka bir hayata pencere demek
yavrum. Okuduğum son kitap dün bitti, haydi, halk kütüphanesine birlikte
gidelim de yenisini alalım, ne dersin? Güzel bir kıyafet giy ama oraya
gittiğimizde çok fazla insanın karşısında olacaksın.”
“Tamam anneanne, çok mu kalabalık kütüphane?”.
“Çok kalabalık ya, her meslekten, her ülkeden insanlarla
dolu”.
….....
“Hani? Kalabalık nerede?”.
“Bak raflara, raflara baktığında göreceksin nasıl da
kalabalık bir yerdeyiz. Tabi burası, dünyanın en güzel kalabalığı. Keşke yavrum
keşke bütün bu kitaplar evimde olsaydı, hem aklımda yalnız kalmaz hem sevdiğim
tüm kahramanlarla birlikte yaşardım. Olmuyor ama, buradaki kadar kitabı
bulamıyorum. Biliyor musun, en çok dünya klasiklerini seviyorum. Hepsini, hem
de hepsini evimin baş köşesine yerleştirirdim… ”.
Güğümlerden testiye su doldurmak kadar normalleşmiş kitap
aşkı, çocukken gözlerinin ferini biraz olsun ateşliyordu. Ta ki gözlerinden
aniden rahatsızlanıp, görme yetisini kaybedene kadar. Neredeyse tamamen
göremediği bir gün “En çok da kitap okuyamadığıma üzülüyorum” diyerek
ağlamıştı.
…………
Baş kahramanla empati kurarak bu hikayeye bakıldığında,
hüzün veren, bu kadar da olmaz dedirten, bazıları için boğaza düğümlenen bir hâl
oluyor. Kahramanın kendi hayatı içerisinde, hikâye üzücü iken, ya kahramanın
sonrasındaki hayatlarda? Henüz 13 yaşında Suç ve Cezayı okumuş, şu an 37
yaşında hafızasından silinmemişse, bir sonraki kuşağa hatta dünya son bulmazsa
daha sonraki kuşaklara paha biçilemez bir hazine bırakılmışsa? Kütüphaneye
kendisinden küçüklerle ne zaman gitse, öncesinde “En güzel kıyafetlerinizi
giyinin, kıymetli bir kalabalığın önüne çıkacaksınız” diyorsa, o zaman kahraman
ile empati kurulduğunda hissedilen hüzün, isyan, öfke duyguları hangi
duygularla yer değiştirmiş dersiniz?
Terekte, sepette, tel dolapta da olsa, evdeki kitaplıklar
sonraki kuşaklara bırakacağınız en güzel hazinedir! Kitapların tadının damakta
kalması ise bence kuşaktan kuşağa aktarılmasıdır, biz görmeyecek olsak bile…
Not: Kahramanımız,
bir gün babasının mezarı başındadır, “Bana söz vermiştin, öğretmen okuluna
gönderecektin… Bunun için seni asla affetmeyeceğim!”.
Canım anneannem, nur içinde yatsın; derya denizdi… Görme
yetisini kaybetmeden önce fotoğraftaki dört kitap elimdeymiş demek ki sadece
bunlar kalmış. Kitapların akıbetini kimse bilmiyor…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder