19 Ağustos 2020 Çarşamba

KAF DAĞININ ARDI

         Masallara ya da fantastik öykülere inanır mısınız? Ben inananlardanım. Kurgularındaki metaforlara gerçek hayatta rastladığımda gülümserim. Zaman zaman öyle olur ki "Perilerimi gönderiyorum." dediğim olur, başkalarını da gülümsetir. Hayalin, hayalperestlikle hayal gücü arasındaki farkın ortaya çıkardığı güce de inanırım. Kaf Dağı'nın ardı o Zümrüdü Anka kuşları ile dolu diye anlatılır hep. Tüm engellere rağmen dağa ulaşabilirseniz, masalsı dünya kapılarını sonuna kadar açıyormuş. Öyle anlatılır yüzyıllardır. Dilden dile, kültürden kültüre bıkmadan yorulmadan anlatıldığına göre, belki de rivayetlerin ötesi doğrudur, diye başladık bugün söze. Belki de baştan sona saçmalıktı anlatılanlar. Ama biz Kaf Dağı'nın gerçekte var olabileceğini düşünmeyi seçtik. 
     Seçtik, dedim. Tercihler yani kast ettiğim. Bunları düşünürken sonrası zihinde yangın yeri. Bu başka bir yazı konusu adayı, duyguların bile tercihen yaşandığına vardık biraz. Durduk yere üzülmüyor, sevinmiyorduk. İlgi alanlarımız belirliyordu tercihlerimizi de. Birlikte keyiflenip birlikte karamsarlığa kapıldıklarımızı da biz seçiyorduk ya, neyse! 
     Ben bugün tercihimi Kaf Dağı'ndan yana kullandım. Her hayalin, her ihtirasın ulaşıldığı yer olmalı bence Kaf Dağı. Bunlara ulaşmak kolay olsaydı, sanırım ardı Zümrüdü Anka kuşları ile dolu olmazdı. Tutkunun çizdiği yolda ilerlemek buraya yazmak kadar kolay değil ya da buradan okumak kadar... İşin en zor kısmı da o tutkunun ne olduğunu bilmek, belki de ona karar vermek. Çünkü insan yürekten bildiği her yolda daha emin, daha cesur, daha kararlı ilerliyor. Yolda karşılaştığı taşlara takılsa da düşmüyor, belki sadece sendeliyor, yoruluyor ama geri dönmeyi ya da yarı yolda her şeyi bitirmeyi düşünmüyor. 
        Her tutkunun ya da hayalin bedeli oluyor, büyük ya da küçük... Yolu yürürken arkada bırakmanız ya da yolda yanınıza almamanız gereken çok şey olabiliyor. Bazen tüm bunlar birer kayıp gibi görünse de elinizde bir elek varmış gibi oluyor aslında. Uykudan feragat ediyorsunuz, belki yemekten, belki eğlenceli arkadaş sohbetlerinden, belki sakince oturup izlemek istediğiniz o filmden,diziden... Beni tutkularının peşinden koşanlar çok iyi anlayacaklar. 
     Tüm bunları bugünü kayda geçirmek için yazdım. İçinden geçtiğimiz bu belirsizlik dolu günler çoğunuz gibi benim de sendelememe sebep oldu son zamanlarda. Ama silkelendim. Biraz destekle tabii! 
     Mühim olan çıplak gözle gördüklerimin ötesini görmeyi hatırlatan bir dost sayesinde. Derinliğine gördüğümde, yeniden tutkumun peşinden gidebileceğimi hatırladım. Gri gökyüzüne o kadar takılıp kalmışım ki, güneşin ışıklarının bulutların arasından yansıdığını görmemeye başlamışım. Belki benim hatırladıklarım, tüm bu belirsizliği dünyadan uzaklaştırmayacak ama bana yeniden gözlerimi kapattığımda görebilmeyi sağlayacak. 
     Siz de kendi Kaf Dağı'nıza varmak için, gözlerinizi kapatıp yolu görmeye çalışırsınız belki... Sendelerseniz, yeniden yürümek için o gücü yüreğinizde bulacaksınız. 


 

      

     

24 Mayıs 2020 Pazar

BENZER KEŞİFLER AŞKINA!

      Hatırlamak mı? Hatırlandığını hissetmek mi?

  Görüntülü konuşmalarda karşı tarafın duyması için bağırmak zorunda kalmayı sevmedim. Sarılamadıktan sonra, ekrandan görmeyi de… Ya gelen kopyala yapıştır bayram tebrikleri! Yasak olup, evde oturmak zorunda kalmasaydık, hangimiz telefonlarını bu kadar yanında tutardı ki bayramda? Alışamadım ben, sizi bilmem. Arayıp sesini duymak istemiyorsak, insanlara neden mesaj yollarız ki, hele ki telefon numaraları varsa? Çağın modası olduğu için mi? Galiba. Gelecek bayram, şartlar eski bayramlardaki gibi olursa, yine gelen bayram mesajlarına cevap vermeyeceğim. Seviyorsan söyle, diyor ya zamane gençleri, öyle bir şey işte.

   Özlemek tuhaf bir duygu. Şimdiye kadar pek fırsat vermezdim beni yakalamasına. Özlediğimi hissettiğim an, harekete geçerdim ama gelin görün ki hareket alanım kısıtlı. Ne doğruymuş özlemeyi sevmemek. Burnunuzun direği sızlamadan duruyormuş yerinde.

     Kokunun ve müziğin insanda uyandırdığı duyguları çözebilselerdi, çocukluğumuzdaki bayramlara dair anıların fokurdayan çaydanlık ile nasıl bağı olacağını bize anlatırlardı. Eski bayramlar diye bugüne kadar anlattıklarımızın kokuyla ilgisi olmalı. Bayram sabahlarında tazecik ekmeğin, çaydanlıktan gelen dumanın, sofradaki peynirin ya da çocukluğunuzdaki sokakların toz kokusu geldi mi sizin burnunuzun ucuna? Sabah o kokuların hepsini yakaladığımda, özlemin burukluğu şaka gibi bir neşeye dönüştü. Ne çok keyifli koku varmış bayrama dair, değil mi?

     Gelelim ilk soruma, tavuk mu yumurtadan çıkar, yumurta mı tavuktan gibi oldu. Cevabı herkesin kendisine bırakıyorum. “Özledim, görüşelim.” dediklerimizin kaçında samimiysek, işte cevap orada saklı. Kimleri özlediniz? Kimlerle kısıtlamalardan sonra görüşmeyi sürdürmek istiyorsunuz? Şimdiye kadar çetele tutmamış olabilirsiniz, şart değil. Benimse özlediklerimin yanı sıra fark ettiklerim oldu. Çok değil bir elin beş parmağını geçmiyorlar. Geliştiğim, sohbetini sevdiğim ya da normal zamanlarda iletişim kurmaktan keyif alacağım insanların hayatımın bir yerinde durduklarını anladım. Zaten evde kaldığımız sürecin neredeyse başından beri bir şekilde iletişimde olduğum az sayıda olanlar. Pandemi kazanımım olarak dursun kenarda. Bakalım normal günlerin çılgınlığına döndüğümüzde neler olacak, görelim. Nasılsa şu anda tüm renkler karışmış durumda.

     Yazıyı buraya kadar okuyanların pandemi keşiflerini merak ediyorum aslında. Benzerliklerin önemli olduğu zamanlara geldik, belki benzerliklerde buluşuruz…

16 Mayıs 2020 Cumartesi

EGOSANTRİK ENFEKSİYON


               
     İki karınca yeşil bir zemin üzerinde oturuyor ve karşılarında sarı, yuvarlak, ışıl ışıl, kocaman bir şeye bakıyorlardı. Güneş geldi aklınıza, değil mi? Görseli bulabilseydim, güneş olduğunu şıp diye bilecektiniz. Kendi aralarında “Ne güzel parlıyor, ışıkları gözlerimi kamaştırıyor.” diye sohbete dalmışlardı. Çimenlerin üzerinde, yanınızda sevdiğiniz biri ve ellerinizde sevdiğiniz içecekler, pırıl pırıl güneşe baktığınızı hayal ediverdim. Diğer görselde ise karıncalara yukardan bakan, pardon karıncaları daha geniş bir perspektiften gören bir çift göz vardı. Karıncaların güneş diye nitelendirdiği şey, tenis topu çıkmasın mı! Herkesin güneşi kendisine güzel elbette, buna lafım yok. Ancak bu görselden anladığım, gördüğümüz dünya kadardı güneş sandıklarımız… Ne kadar geniş çerçeveden bakarsak ya da kendi dünyamızı ne kadar genişletirsek, güneş zannettiklerimiz değişmiyor mu? Öykümüz buraya kadar. Siz bunu düşünürken ya da düşünmezken, nasıl isterseniz, ben kara komedi karelerinden örnekler paylaşacağım.

   Pandeminin bile törpüleyemediği aslında bizzat kendisinin de ruhsal pandemi olduğunu düşünmeye başladım. Egosantrik enfeksiyon! Kendi yaptıklarını koşulsuz doğru olduğunu düşünenler, düşünmekle kalmayıp etrafa dayatanlar, dayatmakla yetinmeyip çevresindekilerin de bunun doğruluğuna inanmalarını bekleyenler… Bunu salt bir EGO olarak nitelendirmenin, Freud’a yapılacak en büyük haksızlık olduğunu düşünüyorum. Ego, dengeydi oysa… Zekânın tanımına benzerdi, “uyum sağlayabilmek”. Egosal durumları her gördüğümde ya da anlatılanlara tanık olduğumda, karıncaların tenis topunu güneş sanması gelir aklıma. “Çok başka dünyalar da var.” demek isterim, sonra vazgeçerim. Nasılsa kendi tenis topundan başka bir güneşin varlığına ya inanmayacak ya kabul etmek istemeyecek. Hem bana mı düşmüş canım, bir başkasının tenis topuna karşı takındığı tavra laf atmak!

    Bunları anlatarak gelmek istediğim yer çok başka aslında ama araya da çeşitli baharatlar olsun diye serpiştirdim. Bırakalım herkes kendi dünyasının güneşini gerçek güneş zannetsin. Tenis toplarının güneş muamelesi gördüğü ya da tenis toplarının kendini güneş zannederek ışık saçtığına aldandığı dünyaların rahatsızlığını duyanlara var birkaç sözüm. Siz de alın sevdiğiniz içeceği, çok gerekiyorsa birlikte yudumlayın, gerçek güneşin olmadığını bilmeniz yeter. Siz zaten gerçek güneşin keyfini çıkarmayı biliyorsunuz, hem de dört mevsim. Arada sırada, çok nadir zamanlarda, gerçek güneşi bilenler ya da gerçekten güneş olanlarla yolunuz kesiştiğinde işte ortalık zihinsel bir şölene dönüşür. O şölenden sonra zihninizde kalan lezzet asla unutamayacağınız anıları besler ve tabii sonrasında dünyaya, güneşe hatta evrene dair duruşunuzu. Zihinsel şölen işte o karıncaların da olduğu alana daha geniş perspektiften bakan gözlerdir.

   Anlatmaya çalıştığım karıncaların görseli ve sizin bu konudaki gözlemleriniz, kara komedi değildir de, nedir?
               

4 Mayıs 2020 Pazartesi

CORONA GÜNLERİNDE ROMANTİZM

   Lafı öyle uzatmışım ki yazdıklarımın hepsini sildim. Kısacık olsun, sadece bu günlere dair not kayıtlı kalsın istedim. 

     Corona günlerinde iç dünyanıza çekildiniz mi? Kendinizi değerlendirdiniz mi? 

  Düşüncelerimizde aldım verdim oyununu oynamak için neden ihtiyaç duyalım ki virüslü zamanlara... 

     Sizi bilemem, farklı düşünenler olacaktır elbette. Corona günlerinden sonra değişecek misiniz? Bu romantik cümlelerin, virüsle ilgisi yok ki! Belki içinizde zaten değişme isteği vardı, itici gücü bekliyordunuz, izolasyona denk geldi! Olamaz mı? 

   Değişmek ve gelişmek isteyen herkesin belki beklediği zamanmış gibi geliyor. Hani cesaret meselesi. 

      Hepinizi şimdiden uyarıyorum, her pazartesi başlanan diyete, her yeni yıl akşamı alınan kararlara dönmesin! Gerçekten değişim ya da gelişim istiyorsanız, rahat olun, şu günlerle uzaktan yakından alakası yok. Siz sadece kendi sesinizi daha yüksek duyar oldunuz. 

      İşin bir de arka bahçe çıkış kapısı var. Neden durduk yere değişmek istesin ki insan? Değiştirmek istediklerimiz varsa, bakın ona bir lafım yok. Ama dönüp dolaşıp hep aynı kapıya geliyoruz: Değiştirmek, değişmek ya da sizce adı neyse, zamana ve olaya ihtiyacımız yok. 

      Corona virüsün de yenemeyeceği tek gerçekliğin ego olduğunu düşünüyorum. Okuduğum tüm ejderhalardan daha korkutucu. Ego gibi yenilmez bir gerçeklik şu dünyaya kazık çakmışken, nedir bu "Bundan sonra her şey değişecek!" romantizmi? 


         Yıllar sonra paylaştığım bu yazımda da aynı cümle ile bitireceğim:

         İnsan kalbine göre yaşar... 

        Sağlıkla...