29 Aralık 2016 Perşembe

SEN GİDERKEN: 2016


Gelecek yılın iyi dilekleri, hayalleri, heyecanı bir kenarda bekleye dursun, ömrümüz yeterse nasılsa yaşayacağız. Şimdilik rafa kalksın hayaller, ben 2016 ile konuşacağım biraz. Güzel ağırladım mı 2016’yı, halinden memnun kaldı mı, karnı doydu mu? Geçelim pencerenin önündeki dantelli fiskos masasının kenarına, alalım elimize kahveleri ince kulplu fincanlarında, biraz dedikodu yapalım istedim. Sene, bütün eşyalarını toplamış giderken, dursun valizleri kapı kenarında da vedalaşalım güzel güzel.

Hayallerimin temellerini atmış olabilirim 2016’da, hayallerime de erişmiş olabilirim. Bütün bir yıl her şey gönlümce de gitmiş olabilir. Sinirlenmiş, üzülmüş, ağlamış, bağırmış da olabilirim. Tükenmiş hissettiğim zamanlar da arada bir kapımı çalmış olabilir. Başarılar, başarısızlıklar, yeni işler, yeni ümitler… Bütün bunları siz de çoğaltabilirsiniz. Aldığım kararları uygulamışım, uygulamamışım; para biriktirmişim, har vurup harman savurmuşum, olabilir. 2016 ile sohbet ederken o fiskos masasında, onunla paylaşmak istediklerim bunlar değil…

“Nasıl ama şekerim, güzel bir ev sahipliği yaptım mı sana ne dersin?” diye konuşmaya başladığımda asıl duymak istediklerimi duyduysam, ben 2016’yı kendi adıma iyi ağırlamışım demektir.  

Hayatıma sadece istediğim insanları aldığım için, negatif enerji yayanları etrafımdan uzaklaştırdığım, uzaklaştırmamın mümkün olmadığı insanları da duymamayı öğrendiğim için ilk memnuniyetini dile getirdi 2016. Her anından keyif aldığım için, zamanı çarçur etmeden geçirmeme de ayrıca mutlu olmuş (keyif almadığım bir şeyi yapamam diyenlerden değilim, ancak yapmakla sorumlu olduğum, sevmediğim işlerde bile sanıyorum eğlenecek bir yan buldum. Bundan dolayı demiş olmalı bunu). Her anımı, o anda yaşadığım için de sevinmiş. “Ay şekerim, ne çok sevindirmişim seni” dedim. Misafirini mutlu uğurlamaktan kim mutlu olmaz ki bizim kültürümüzde, öyle değil mi? Yolun açık olsun 2016.

O gittikten sonra “Evet, öğrenmişim” dedim kendime. Öğrenme, kalıcı davranış değişikli olarak tanımlanır. İletişim de bazı tasarrufları, uğraştığım işe, oynadığım oyuna, yazdığım yazıya o anda her ne ile meşgulsem zihnimi ona odaklamayı öğrenmişim. İnsan azaltmışım mesela, azaltamadıklarımı da görmemişim. Önemli bir ayrıntı, görmezden gelmek değil görmemek. Yani varlığının ya da yokluğunun her hangi bir anlam ifade etmemesi. Gereksiz tedirginliklerle uykularımı kaçırmamış, heyecanlandıysam da o anda yaşamışım.

Öğrenmişim, kendime bir aferin diyorum. 2016’ya kadar bütün bunları ve daha fazlasını öğrenmeme sebep olan tüm insanlara teşekkür ediyorum. Yaşadığım her şeyi iyi ki yaşamışım. Her bir insan, her bir olay hayata bakış açıma, hayatı sindirerek yaşamama bilerek ya da bilmeyerek katkı sağlamış. Bütün bunları en çok 2016’da öğrendiğimi fark ettim ve bu yüzden 2016 yılında sizlere de anlatmaya başladım.

Sonuç olarak Dünya güzel bir yer. Mars’ta bu kadar eğlence yok mesela, orada yeni yıl kutlanmıyor, karşı çıkan olduğundan değil de hesaplama hataları oluyor. Bir türlü aynı zamana denk getiremediler yılbaşı akşamını, hoş hindi de bulmak zor. Dünyadan ithal etmemiz gerekiyor, o da oldukça külfetli. Dünyada öğrenecek çok şey var, araştırıp damıtacak da. En önemlisi de dünyevi mutluluğu yaşayabilmek.

Güle güle 2016, tüm güzelliklerini emanet ettiğin 2017’ye de iyi bakacağım…



26 Aralık 2016 Pazartesi

BİTİRİLMEMİŞ İŞLER

Farklı bir şehirde doğmuş, çocukluğunun, gençliğinin en güzel anılarını o şehirde yaşamış pek çok gurbetçi insanın, öldüklerinde kendi memleketlerine defnedilmek istediklerini biliyor musunuz? Hiçbir yerde duymadıysanız bile bu konu bir şarkıya bile ilham vermiştir : “Beni köyümün yağmurlarında yıkasınlar.” Gülmeyin, bu şarkıya da ilham veren asıl mevzu insanların bitirilmemiş işleridir aslında. Yıllar sonra memleketine dönme şansına erişmiş insanların büyük bir kısmı da geçmişiyle tek tek yüzleşmek ister. Yarım kalmış bir konuşmayı bitirmek gibi, belli bir sayfaya kadar okunup sonra kitaplığın bir köşesine iliştirilmiş bir kitaba zamanı gelince devam etmek gibidir. Şansına erişmiş diyorum çünkü kimi insan yıllar sonra memleketine dönme fırsatı bulamadığı gibi kimi de yarım bıraktıklarıyla yüzleşemez… Yüzleşmek, cesaret ister çünkü… Her ne sebeple olursa olsun yarım bırakılan işler öfkeye, kin tutmaya, acıya, hüzne, yorgunluğa, yetersizliğe, tükenmişliğe sebep olur. Çünkü yüzleşme fırsatı bulamadan ya da tamamlayamadan yarım bırakılan her durum, enerjiyi sömürür ve umut dolu hayatın yaşanmasını baltalar. Sadece güzel günlerin geçirildiği memleketle mi sınırlı dersiniz bitirilmemiş işler? Duyguları etkilediğine, bitirilmemiş işler öfke gibi, tükenmişlik gibi duygulara sebep olduğuna göre, yaşamımızın yani nefesimizin değdiği her alanla ilgili olduğunu da söylesem sanıyorum abartmış olmayacağım.

Çocukluğunuza kadar inmeye gerek yok aslında, bu yıla şöyle bir göz atın yeter! Yeni bir yıla girmeye şunun şurasında kaç gün kaldı! Nelere öfkelendiniz, neleri söyleyemediniz, neler yapmak istediniz bir sebeple yarım kaldı, neler yaşamak istediniz de yarıda kesildi? Hani derler ya “hevesim kursağımda kaldı” diye, işte neler kursağınızda kaldı?

Siz, bütün bu bitirilmemiş işlerinizi düşünürken, eklemek istediğim önemli bir konu daha var: İnsan, çevresiyle var oluyor. Tek başımıza bir krallık olarak yaşayamıyoruz ne yazık ki, hoş bu şekilde de yaşamak isteyen var mı? Belki bazen. Alışkanlıklarımız, bazı değerlerimiz, sorumluluklarımız ve rollerimiz; aklınıza gelecek her şey çevremizle birlikte bizi var ediyor. Çevremizden ayrı tutamıyoruz kendimizi. Ayrıca, şimdi ve burada önemli olan, “Şimdi ve Burada” olmaktır. Şu an yazdıklarımı okuyorsanız, burada mısınız?

Belki önce fark etmeden yaşar insan bu bitirilmemiş işlerini. Önemsemez, belki öteler, belki tölere etmeye çalışır. Ara ara fonda çalan hafif bir müzik gibi bu işlerden dolayı bazı duygularla karşılaşıyorsanız, yılı bitirmeden fondaki müziğin sesini açın, solisti sahneye alın ve yüzleşin derim. Fondaki müzik zamanla sesini yükselterek sahnede yerini almadan denemekte fayda vardır belki. Eğer solist sahneye ummadığınız bir anda, ummadığınız kadar yüksek bir sesle çıkarsa, müziğin keyfini çıkartmak yerine, sahne gürültüsü tadınızı kaçıracaktır. Hevesinizin kursağınızda kalmasında kendi payınızı sahiplenerek işe başlamak, belki de dünyanın en hafifletici sorumluluğu olacaktır. Çünkü kendi davranışlarının sorumluluğunu alan insan kadar özgür hissedeni yoktur! Ve insanın kendisini özgür hissetmesi demek, kendi değerini de, yeterliliğini de, güvenini de sadece kendisinde bulması demektir. Elbette diğer insanlardan değer görmek, sevilmek, önemsenmek güzeldir, bunu inkâr etmiyorum ancak özünde kendisini değerli hissedip, seven insanın her bitirilmemiş işiyle de bir şekilde barışarak hayatına daha mutlu devam edeceğini anlatmak istiyorum.

Yeni yıla dört kala, bitirin o işleri, hayallerinizi çevrimiçi durumuna alın, hani gençler diyor ya son zamanlarda “Seviyorsan söyle” diye, seviyorsanız söyleyin, öfkeliyseniz konuşun, hevesiniz kursağınızda kaldıysa sebeplerini belirleyin, yine istiyorsanız, kendinize güzel bir yol çizin. Unutmayın ki hayatın tüm alanlarında denge ayarı sizin elinizdedir. Yeni yıla girerken benliğinizin balans ayarlarını da bir kontrolden geçirin. 2016’nın tüm bitirilmemiş işleriyle yüzleşip, 2017’ye taze hayallerle girmeniz dileğiyle. Her şey gönlünüzce olsun. Mutlu yıllar!


22 Aralık 2016 Perşembe

FOTOSENTEZ


En sevdiğim tatilin kar tatili olduğunu söylemiş miydim? Hiç ummadığınız eski bir arkadaştan gelen bir hediye gibi, Mısır’da adını bile bilmediğiniz büyük dedenizden kalan bir miras gibi gelir bana hep kar tatilleri. Kar tatilinin tadını şu anda doyasıya çıkarttığım doğru, yarım kalmış kitapları bitirip, yeni aldıklarıma başladım. Onca telaşın, koşturmacanın, stresin karbondioksitinden sıyrılıp, çocuklarla oynayıp bol bol oksijen aldım. Tazelendim. Yenilendim. Yavaşladım. Belki geç yatıp, geç kalkıyorum ama olsun, onun da keyfini çıkartıyorum. Ruhen bir detoks programının içindeymişim gibi.

Bu denli yavaşlamışken, şekerli yoğurtsuz olur muydu bu detoks? Ağaçta, toprakta, karda, güneşte doyasıya yaşadığım çocukluğumu da kar taneleriyle birlikte anımsarken, canımız tatlı istediğinde en kolay, en lezzetli tatlı değil miydi şekerli yoğurt? Çünkü eskiden fırınların en şaşalı pastası kek öyle kolay kolay tutmazdı, kabarmazdı : “Kıskanç insanın elinden kek kabarır.” diye de bir şehir efsanesi vardı. Demek ki öyle herkesin elinden kek de kabarmadığına göre, az sayıda kıskanç insan vardı etrafta. Nereden bilirdik kekin kabarmasının teflon kek kalıplarında ve fırın özelliklerinde olduğunu değil mi? Alüminyum tepsilerle, buzdolabı üzerinde uzanmış davlumbaz (davul) fırınlarda sorun olabileceği kimsenin aklına gelmezdi. Acaba gelseydi de yine öyle on beş yirmi çeşit pastaların yapıldığı misafircilikler oynanır mıydı? Sahi insanlar çok oynamıyorlardı değil mi eskiden? Mesela mesaj gruplarından rehberin tüm kişilerine bir çırpıda gönderilen klişe mesajlar yoktu. Postaneye gidilir, kartpostallar seçilir – öyle her yerde satılmazdı çünkü kartpostallar – uzaktaki tanıdıklara gönderilirdi. En afilli kartpostalları söylememe gerek yok herhalde, yazıyı okuyan mutlaka hatırlayacaktır! Daha yakın tanıdıklar, akrabalar, daha sonrasında postanelerde kontörlü telefon olarak yerini alacak jetonlu telefon kulübelerinden aranır, özel günleri kutlanırdı (yeni yıllar, bayramlar, kandiller… ). Emek verilirdi iletişim kurmak için. Ramazan ayında, insanlar kurdukları iftar sofralarından birer kap yemeği fotoğraflarıyla cümle aleme değil, komşularıyla paylaşır, iftar sofraları bereketlenirdi. Gidilecekse bir eve misafirliğe, ya da çağırılacaksa bir tanıdık iftar sofrasına üç beş gün önceden haber verilmezdi: “Olur mu öyle görgüsüzlük, pasta börek yap der gibi!” cümlelerini hatırlarım.
Öz denir, hani gerçek benlik. Etiketin, gayrimenkullerin, yani bizim kişiliğimizle ilgisi olmayan ama hayatın da devamını sağlayan tüm o çıkma katlarımız var ya onlar haricindeki temelimiz, işte o “ÖZ” varmış sanki önceden. İki lafın belini kırmakmış önemli olan. Zengini de fakiri de orta direği de bir araya getiren, çay bardaklarının içindeki taze çaymış; bardağın şekli, markası değilmiş.

Her dönemin insanı, bir önceki dönemin insani değerlerini özleyerek yetişiyor sanırım, dünya düzeni böyle. Aslında şu birkaç gündür, o eski günleri özlemle andığımdan aklıma gelmiyor bunlar. Teknolojik gelişmelerle birlikte mi değiştik – ki geliştik diyemiyorum – bu gelişmelerin hızına mı ayak uyduramadık bunun şaşkınlığını yaşıyorum. Sokakta oynarken acıkıp, komşunun uzattığı bir parça kuru ekmekle mutlu olurken, şimdilerde krallara layık sofralarda bile mutlu olamıyorduk.

Şekerli yoğurt yediğimiz günlerdeki gibi tadı damağımızda kalan o yavaşlığı unuttuk sanırım. Gerçek mutluluk, sahip olduğumuz servis tabaklarından ziyade, sofranın etrafındakilerle iki lafın belini kırmaktı. Biz şu aralar hem her çay saatine göre servis tabaklarına sahibiz, hem sofranın etrafındakilere ama asıl mesele iki lafın belini kırarken ki keyfimizde! Kendi oyuncağını kendisi yaparak büyüyen yüzlercemizin, şimdilerde insana dair pek çok şeyi tüketip, karbondioksit yaydığını da hangimiz yadırgarız! Bence sadece belli bir canlı türü fotosentez yapmamalı! Ruhun da insanoğlunun da fotosentezi olmalı! Yok mu, var tabi… Mesela, dün pencereden bakarken elinde iki ekmek ile bakkaldan dönen bir adam var. Yolda yürürken birden yolunu aşağıdaki ağaçlı araziye çevirip, trafonun kenarına koyulmuş ekmek poşetindeki ekmeği kuşlar, kediler, köpekler yesin diye, karda aç kalmasınlar diye poşetinden döküp, sonra poşeti de götürüp çöpe atıp yoluna devam eden adam var. İyi ki var!

 Doğanın olduğu gibi insanoğlunun da yenilenebilir enerji kaynakları var!




8 Aralık 2016 Perşembe

NOEL BABALAR VE KUTUP YILDIZLARI DÖNGÜSÜ

Yeni yıl yaklaşırken, her yıl olduğu gibi bir Noel Baba tartışmasıdır yine aldı başını gidiyor. Noel Baba’nın aslında bir İskandinav öyküsü olduğu, kuzeyden Amerika’ya, yeni kıtanın keşfiyle taşındığı, ancak asıl Noel Baba karakterinin 19. Yüzyılın başlarında ilk kez bir şiirde tanımlandığından bahsedilir*. Noel Baba’nın hayallerden ve sanattan ortaya çıktığı da aynı kaynakta vurgulanmıştır.

Bu konunun beni ilgilendiren tarafı ne karakterin dini bir figür olarak karşımıza çıkması, ne çılgın alışveriş zamanının öne çıkan karakteri olması, ne de nereden doğduğu. Bizim öğrendiğimiz kadarıyla bu karakter, dünyadaki çocukların yazdığı mektuplarla istediklerini onlara ulaştırmasıyla yaşam kaynağını besler. İşin bu kadarı bile beni bir masalın ortasına götürüyor. Gerçi günümüzde uçlarda yaşadığımız doğru! Bir kısmımız hayallerine kolaylıkla ulaşabilirken, bir kısmımız o hayallere ulaşmayı hayal bile edemiyor. Bir bakıma dünya geçmişten bugüne hiç değişmiyor. “Herkes hayallerine ulaşsaydı nasıl olurdu, çok romantik bir fikir.” diyebilirsiniz içinizden bana. Olsun, bence hayallere ulaşmak hayali de hayal kurmak da var oluşumuzun önemli bir boyutu. Hayalsiz yaşayabilen insan var mı?

Hayatınızdaki Noel Babaları düşünmenizi istiyorum. Eğer Noel Baba fikri sizi rahatsız ediyorsa bu insanlara Kutup Yıldızı da diyebilirsiniz. Adına ne derseniz artık! Hayallerinizi önemseyen, onlara ulaşmanız için destek olan, paylaşan, cesaret veren ya da hayallerinizi gerçekleştirmeniz için tüm yolları açan insanları düşünün! İyi varlar değil mi? Ya da tam tersi kendinizi, sizin bizzat birilerinin, çocuğunuzun, öğrencilerinizin, sevgilinizin, eşinizin, kardeşinizin… Kimlerin Noel Babası ya da Kutup Yıldızısınız? İyi ki varsınız değil mi? Kimimiz hayallerimizi gerçekleştiren insanlardan, kimimiz birilerinin hayallerini gerçekleştirmekten mutlu oluyor. Hangi taraftaysanız, bunun bir önemi var mı? Sonuçta her iki tarafta da mutlu oluyoruz. O zaman burada ortaya çıkan asıl amacın mutluluk olduğunu söyleyebilir miyim? Söyledim bile!

Nerede arıyorsanız mutluluğu, aramaktan vazgeçin. Mutluluk herhangi bir yerde değil, herhangi bir yığının ardında değil. Mutluluk, Kutup Yıldızı olan insanın gözlerinin içinde ya da tam tersi sizin gözlerinizin içinde. Mutluluk, üzerine sayfalarca yazabilirim. Farklı ülkelerde mutluluk üzerine çalışmalar yapan uzmanlar binlerce kişilik salonları, mutluluğu arayan insanlarla dolduruyor. Hayallerin gerçekleşmesine katkı sağlandığında, buradaki asıl mutluluğun bir kadının istediği mücevher, bir çocuğun istediği oyuncak, bir erkeğin istediği deri cüzdan gibi madde olarak elde edilen şeyler olduğundan bahsetmiyorum. Buradaki asıl mutluluğun, ruhsal bir değerden, belki birinin hayallerini sonuna kadar dinlemekten ve ona destek olmaktan, belki cesareti kırıldığında “vazgeçme” diyen o sesten ve her ne sebepten olursa olsun kendi öz benliğinizin “özel” olduğunu hissettirmekten bahsediyorum. Yani varlığınızın her yönüyle değerli olduğunu hissetmektir asıl mutluluk! Ya da varlığının değerli olduğunu hissettirebilmek! Değerli olduğunu öncelikli hissettireceğiniz insan kim peki? Çok fazla sıralamayla uğraşmayın derim: listenin ilk başına kendinizi yazın! Değerliyiz, hepimiz! Yapabildiklerimiz ve yapamadıklarımızla; öfkemiz ve sevgimizle; hırçınlığımız ve şefkatimizle… Her şeyimizle, bu dünyanın en değerlisiyiz.  

Önce kendi Kutup Yıldızınız, kendi Noel Babanız olmanız, sonra hayatınızdaki diğerleri, artık nasıl adlandırırsanız, siz bilirsiniz… Gerçek mutluluğun var oluş sebebimizde olduğunu düşünüyor, bu ruhsal doyumda gerçekten benliğimize yani sadece bize değer verenlerle ve bizim sadece kendi benliklerine değer verdiklerimizle çoğaldığına inanıyorum. Fazla masalsı gelebilir size, olsun ben masalları çok severim…

 *Akın,Sunay ( 2016, 7’den 70’e, 4. Sayı, sy-18-19)


5 Aralık 2016 Pazartesi

UÇUŞ MODU


     Ne kadar bağımlıyız? Teknoloji ya da herhangi bir madde bağımlılığından ziyade, genel anlamda hayatınızın tüm zerrelerini kaplayan bir bağımlılık türünden bahsetmek istiyorum. Mesela sonuç bağımlılığından, mesela güçlülük bağımlılığından, değersizlik bağımlılığından, neşe bağımlılığından, incitme bağımlığından, alınganlık bağımlılığından, mesela yüksek dağlar bağımlılığından. Bizi dışarıdan bakıldığında tanımlayan bazı sıfatların ya da alışkanlık sandığımız bazı davranışların birer bağımlılık olduğunu iddia ederek belki de bir çılgınlık yapıyorum. Yapayım, nasılsa bir Marslıyım.

  Bağımlılığın tanımlandığı yoldan gidiyorum, bağımlı olunan maddenin ortadan kalkması durumunda yaşanacak örselenmeyi, alt üst olmayı düşünerek ilerliyorum. Nasıl bilinirsiniz? Nasıl tanımlanırsanız? Ya da kendinizi nasıl bilir, nasıl tanımlarsınız? Her iki bakış açısının da aritmetik ortalamasını almanızı istiyorum.

    Peki ya aslında bu tanımların çoğunu bağımlılıktan taşıyorsanız? Bırakın başkalarının bizi nasıl değerlendireceğini, bazen insan kendine bile bazı şeyleri itiraf etmeye korkmuyor mu? Korkuyor ki ara sıra kaygı kökenli hastalıklar yaşıyor, sırtında yük haline gelen o “ETİKETİ” söküp atamadığından, fark etmeden kendiyle girdiği bir savaşı kazanmaya çalışıyor. Üzgünüm ama benden beklediğiniz o cümleyi kuramayacağım, bağımlılıktan kurtulmak öyle kolay bir şey değildir. Ciddi bir mücadele gerektirir, cesaret ister en başında, kararlılık şartlı bir durumdur burada. Bütün bunların gerçekleşmesi için ise elinizde “FARKINDALIK” denilen bir ışın kılıcı olmalı ki her bir mücadelede ETİKETİN bir parçasını da söküp atabilesiniz sırtınızdan.

    İşte uçuş modunu burada devreye sokmak belki de en iyi seçenek oluyor. Şöyle ki nasıl uçuş modunu açtığınızda, dışarıdan sizin zamanınızı alan, sizi tutsak eden o akıllı telefonu ya da tableti kendi isteğinize göre kullanma imkânını elde ediyorsanız, hayatınızın da bir uçuş modu var. Hayatınızın uçuş modu, sadece aramalara ve internete karşı size bir kalkan oluşturmuyor, kendinize karşı da sizin kontrolünüzü size veriyor. Bir kere dış seslere kendinizi kapatıyorsunuz, birileri istediği kadar enerjinizi düşürmeye çalışsın, size ulaşamıyor. Birileri istediği kadar size değersizlik duygusu aşılamaya uğraşsın, yaptıklarınızı ya da sizi eleştirsin, bütün bu seslerin o anda ulaşamadığı alanda oluyorsunuz. Sadece ihtiyaç duyduğunuz kısımda, kendinizi kendinizden bile koruyorsunuz. Yani uçuş modu, etiketlerinizin söküldüğü alan oluyor.

    Kendi iç sesinizi kısmayı benden daha iyi bileceğinizi düşünerek, dış sesleri uçuş moduna almanın da kısa yolunu söyleyeceğim: SIRADANLAŞTIRMAK! Dış seslerden yoruldunuz mu? Sıkıldınız mı? Enerjinizi mi sömürüyorlar yoksa kafanızı mı karıştırıyorlar? Adı ne olursa olsun, önemli olan size yaşattığı olumsuz ruh hali. Bundan kurtulmanın en iyi yolu, benim gezegenimde sıradanlaştırmaktır. Tıpkı her gün yürüdüğünüz yolun kenarındaki taşlar gibi, dükkânlar gibi… Eve gelir gelmez çantayı kapı girişinde bir yere atıvermek gibi… Öyle basit, öyle sıradan, öyle burnunuzun ucuna düşen gözlüğü bir hamleyle düzeltmek gibi. Yapabilirsiniz! Oluyor, sadece duymak istemediğiniz dış sesi uçuş moduna alın, yeter…

    Bütün bunlar için ise, biz yetişkinlerin unuttuğu bir şeyi yeniden hatırlamamız gerekiyor! Sürecin tadını çıkartmayı… Çocuklarla birlikte bir yere gidiyorsunuz, siz o yere yetişme ya da evden bir an önce çıkma telaşındayken, çocuklar giyinirken oyun oynuyor, bir türlü tek hamlede o ayakkabılar giyilmiyor. Kapıyı kilitlediğiniz an, Piramitlerin sırrına erişmiş bilim adamı gibi mutlu hissediyorsunuz kendinizi. Peki, siz kapıyı kilitlemeye odaklanmışken neden çocuklar hazırlık kısmında eğleniyor? Çocuklar, sürecin tadını çıkartırken, biz yetişkinler sonuca bir an önce ulaşmanın gerginliğini yaşıyoruz. Aslında yazının en başından sonuna kadar anlatmaya çalıştığım sadece bu kadarcık: sürecin keyfini sürmek! Sonuç odaklılık bazılarımız için ciddi bir bağımlılık. Sürecin keyfini yaşadığımızda, kendiliğinden uçuş modunu da devreye sokuyor, dış sesleri de sıradanlaştırıyoruz. Çünkü bazen sonuçlar, süreç kadar mutlu etmeyebiliyor ya da sürecin keyfini iliklerimize kadar sindirebilirken, sonucun sadece o anlık duygusunu yaşıyoruz.

Sonuç bağımlılığından kurtulmuş bir Marslı olarak, sürecin keyfinin tozlarını da size üfledim. Farkındalık düzeyiniz yüksek olsun efendim, keyifli süreçler…