En sevdiğim tatilin kar tatili
olduğunu söylemiş miydim? Hiç ummadığınız eski bir arkadaştan gelen bir hediye
gibi, Mısır’da adını bile bilmediğiniz büyük dedenizden kalan bir miras gibi
gelir bana hep kar tatilleri. Kar tatilinin tadını şu anda doyasıya çıkarttığım
doğru, yarım kalmış kitapları bitirip, yeni aldıklarıma başladım. Onca telaşın,
koşturmacanın, stresin karbondioksitinden sıyrılıp, çocuklarla oynayıp bol bol
oksijen aldım. Tazelendim. Yenilendim. Yavaşladım. Belki geç yatıp, geç
kalkıyorum ama olsun, onun da keyfini çıkartıyorum. Ruhen bir detoks
programının içindeymişim gibi.
Bu denli yavaşlamışken, şekerli
yoğurtsuz olur muydu bu detoks? Ağaçta, toprakta, karda, güneşte doyasıya
yaşadığım çocukluğumu da kar taneleriyle birlikte anımsarken, canımız tatlı
istediğinde en kolay, en lezzetli tatlı değil miydi şekerli yoğurt? Çünkü eskiden
fırınların en şaşalı pastası kek öyle kolay kolay tutmazdı, kabarmazdı : “Kıskanç
insanın elinden kek kabarır.” diye de bir şehir efsanesi vardı. Demek ki öyle
herkesin elinden kek de kabarmadığına göre, az sayıda kıskanç insan vardı
etrafta. Nereden bilirdik kekin kabarmasının teflon kek kalıplarında ve fırın
özelliklerinde olduğunu değil mi? Alüminyum tepsilerle, buzdolabı üzerinde
uzanmış davlumbaz (davul) fırınlarda sorun olabileceği kimsenin aklına
gelmezdi. Acaba gelseydi de yine öyle on beş yirmi çeşit pastaların yapıldığı
misafircilikler oynanır mıydı? Sahi insanlar çok oynamıyorlardı değil mi
eskiden? Mesela mesaj gruplarından rehberin tüm kişilerine bir çırpıda
gönderilen klişe mesajlar yoktu. Postaneye gidilir, kartpostallar seçilir –
öyle her yerde satılmazdı çünkü kartpostallar – uzaktaki tanıdıklara
gönderilirdi. En afilli kartpostalları söylememe gerek yok herhalde, yazıyı
okuyan mutlaka hatırlayacaktır! Daha yakın tanıdıklar, akrabalar, daha
sonrasında postanelerde kontörlü telefon olarak yerini alacak jetonlu telefon
kulübelerinden aranır, özel günleri kutlanırdı (yeni yıllar, bayramlar, kandiller…
). Emek verilirdi iletişim kurmak için. Ramazan ayında, insanlar kurdukları
iftar sofralarından birer kap yemeği fotoğraflarıyla cümle aleme değil,
komşularıyla paylaşır, iftar sofraları bereketlenirdi. Gidilecekse bir eve
misafirliğe, ya da çağırılacaksa bir tanıdık iftar sofrasına üç beş gün önceden
haber verilmezdi: “Olur mu öyle görgüsüzlük, pasta börek yap der gibi!”
cümlelerini hatırlarım.
Öz denir, hani gerçek benlik. Etiketin,
gayrimenkullerin, yani bizim kişiliğimizle ilgisi olmayan ama hayatın da
devamını sağlayan tüm o çıkma katlarımız var ya onlar haricindeki temelimiz,
işte o “ÖZ” varmış sanki önceden. İki
lafın belini kırmakmış önemli olan. Zengini de fakiri de orta direği de bir
araya getiren, çay bardaklarının içindeki taze çaymış; bardağın şekli, markası
değilmiş.
Her dönemin insanı, bir önceki
dönemin insani değerlerini özleyerek yetişiyor sanırım, dünya düzeni böyle. Aslında
şu birkaç gündür, o eski günleri özlemle andığımdan aklıma gelmiyor bunlar. Teknolojik
gelişmelerle birlikte mi değiştik – ki geliştik diyemiyorum – bu gelişmelerin
hızına mı ayak uyduramadık bunun şaşkınlığını yaşıyorum. Sokakta oynarken
acıkıp, komşunun uzattığı bir parça kuru ekmekle mutlu olurken, şimdilerde
krallara layık sofralarda bile mutlu olamıyorduk.
Şekerli yoğurt yediğimiz günlerdeki
gibi tadı damağımızda kalan o yavaşlığı unuttuk sanırım. Gerçek mutluluk, sahip
olduğumuz servis tabaklarından ziyade, sofranın etrafındakilerle iki lafın
belini kırmaktı. Biz şu aralar hem her çay saatine göre servis tabaklarına
sahibiz, hem sofranın etrafındakilere ama asıl mesele iki lafın belini kırarken
ki keyfimizde! Kendi oyuncağını kendisi yaparak büyüyen yüzlercemizin,
şimdilerde insana dair pek çok şeyi tüketip, karbondioksit yaydığını da
hangimiz yadırgarız! Bence sadece belli bir canlı türü fotosentez yapmamalı!
Ruhun da insanoğlunun da fotosentezi olmalı! Yok mu, var tabi… Mesela, dün
pencereden bakarken elinde iki ekmek ile bakkaldan dönen bir adam var. Yolda
yürürken birden yolunu aşağıdaki ağaçlı araziye çevirip, trafonun kenarına
koyulmuş ekmek poşetindeki ekmeği kuşlar, kediler, köpekler yesin diye, karda
aç kalmasınlar diye poşetinden döküp, sonra poşeti de götürüp çöpe atıp yoluna
devam eden adam var. İyi ki var!
Doğanın olduğu gibi insanoğlunun da
yenilenebilir enerji kaynakları var!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder