22 Aralık 2016 Perşembe

FOTOSENTEZ


En sevdiğim tatilin kar tatili olduğunu söylemiş miydim? Hiç ummadığınız eski bir arkadaştan gelen bir hediye gibi, Mısır’da adını bile bilmediğiniz büyük dedenizden kalan bir miras gibi gelir bana hep kar tatilleri. Kar tatilinin tadını şu anda doyasıya çıkarttığım doğru, yarım kalmış kitapları bitirip, yeni aldıklarıma başladım. Onca telaşın, koşturmacanın, stresin karbondioksitinden sıyrılıp, çocuklarla oynayıp bol bol oksijen aldım. Tazelendim. Yenilendim. Yavaşladım. Belki geç yatıp, geç kalkıyorum ama olsun, onun da keyfini çıkartıyorum. Ruhen bir detoks programının içindeymişim gibi.

Bu denli yavaşlamışken, şekerli yoğurtsuz olur muydu bu detoks? Ağaçta, toprakta, karda, güneşte doyasıya yaşadığım çocukluğumu da kar taneleriyle birlikte anımsarken, canımız tatlı istediğinde en kolay, en lezzetli tatlı değil miydi şekerli yoğurt? Çünkü eskiden fırınların en şaşalı pastası kek öyle kolay kolay tutmazdı, kabarmazdı : “Kıskanç insanın elinden kek kabarır.” diye de bir şehir efsanesi vardı. Demek ki öyle herkesin elinden kek de kabarmadığına göre, az sayıda kıskanç insan vardı etrafta. Nereden bilirdik kekin kabarmasının teflon kek kalıplarında ve fırın özelliklerinde olduğunu değil mi? Alüminyum tepsilerle, buzdolabı üzerinde uzanmış davlumbaz (davul) fırınlarda sorun olabileceği kimsenin aklına gelmezdi. Acaba gelseydi de yine öyle on beş yirmi çeşit pastaların yapıldığı misafircilikler oynanır mıydı? Sahi insanlar çok oynamıyorlardı değil mi eskiden? Mesela mesaj gruplarından rehberin tüm kişilerine bir çırpıda gönderilen klişe mesajlar yoktu. Postaneye gidilir, kartpostallar seçilir – öyle her yerde satılmazdı çünkü kartpostallar – uzaktaki tanıdıklara gönderilirdi. En afilli kartpostalları söylememe gerek yok herhalde, yazıyı okuyan mutlaka hatırlayacaktır! Daha yakın tanıdıklar, akrabalar, daha sonrasında postanelerde kontörlü telefon olarak yerini alacak jetonlu telefon kulübelerinden aranır, özel günleri kutlanırdı (yeni yıllar, bayramlar, kandiller… ). Emek verilirdi iletişim kurmak için. Ramazan ayında, insanlar kurdukları iftar sofralarından birer kap yemeği fotoğraflarıyla cümle aleme değil, komşularıyla paylaşır, iftar sofraları bereketlenirdi. Gidilecekse bir eve misafirliğe, ya da çağırılacaksa bir tanıdık iftar sofrasına üç beş gün önceden haber verilmezdi: “Olur mu öyle görgüsüzlük, pasta börek yap der gibi!” cümlelerini hatırlarım.
Öz denir, hani gerçek benlik. Etiketin, gayrimenkullerin, yani bizim kişiliğimizle ilgisi olmayan ama hayatın da devamını sağlayan tüm o çıkma katlarımız var ya onlar haricindeki temelimiz, işte o “ÖZ” varmış sanki önceden. İki lafın belini kırmakmış önemli olan. Zengini de fakiri de orta direği de bir araya getiren, çay bardaklarının içindeki taze çaymış; bardağın şekli, markası değilmiş.

Her dönemin insanı, bir önceki dönemin insani değerlerini özleyerek yetişiyor sanırım, dünya düzeni böyle. Aslında şu birkaç gündür, o eski günleri özlemle andığımdan aklıma gelmiyor bunlar. Teknolojik gelişmelerle birlikte mi değiştik – ki geliştik diyemiyorum – bu gelişmelerin hızına mı ayak uyduramadık bunun şaşkınlığını yaşıyorum. Sokakta oynarken acıkıp, komşunun uzattığı bir parça kuru ekmekle mutlu olurken, şimdilerde krallara layık sofralarda bile mutlu olamıyorduk.

Şekerli yoğurt yediğimiz günlerdeki gibi tadı damağımızda kalan o yavaşlığı unuttuk sanırım. Gerçek mutluluk, sahip olduğumuz servis tabaklarından ziyade, sofranın etrafındakilerle iki lafın belini kırmaktı. Biz şu aralar hem her çay saatine göre servis tabaklarına sahibiz, hem sofranın etrafındakilere ama asıl mesele iki lafın belini kırarken ki keyfimizde! Kendi oyuncağını kendisi yaparak büyüyen yüzlercemizin, şimdilerde insana dair pek çok şeyi tüketip, karbondioksit yaydığını da hangimiz yadırgarız! Bence sadece belli bir canlı türü fotosentez yapmamalı! Ruhun da insanoğlunun da fotosentezi olmalı! Yok mu, var tabi… Mesela, dün pencereden bakarken elinde iki ekmek ile bakkaldan dönen bir adam var. Yolda yürürken birden yolunu aşağıdaki ağaçlı araziye çevirip, trafonun kenarına koyulmuş ekmek poşetindeki ekmeği kuşlar, kediler, köpekler yesin diye, karda aç kalmasınlar diye poşetinden döküp, sonra poşeti de götürüp çöpe atıp yoluna devam eden adam var. İyi ki var!

 Doğanın olduğu gibi insanoğlunun da yenilenebilir enerji kaynakları var!




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder