13 Mart 2017 Pazartesi

ASİ KIZLARA UYKUDAN ÖNCE HİKÂYELER


Bu ay, tam da Kadınlar Günü haftasında, Hep Kitap’tan kızlar için güzel bir kitap çıktı: Asi Kızlara Uykudan Önce Hikâyeler. 100 kadının başarı öyküleriyle dolu bir kitap. Kitabın amacını, Elena Favilli ve Francesca Cavallo şöyle anlatıyor: “Kızların önlerindeki engelleri anlamaları önemli. Ama bu engellerin aşılabileceğini bilmeleri de bir o kadar önemli. Yalnızca bunların üstesinden gelebilecekleri bir yol bulmakla kalmayacak, arkalarından gelenler için de bu engelleri kaldıracaklar, tıpkı buradaki büyük kadınların yaptığı gibi”.

Halterci, ressam, yazar, moda tasarımcısı, bilim insanı, bilgisayar uzmanı, deniz biyoloğu, kâşif, orkestra şefi, moda tasarımcısı, mucit, kraliçe, casus gibi çeşitli mesleklerde başarılarıyla tarihe adının yazılı olduğu 100 kadın ile tanışıyoruz. “Bir çocuğa başaracağını hissettiği bir görevde asla yardım etmeyin” diyen Maria Montessori’yi daha yakından tanıyor; Apollo 11’in 1969’da Ay’a başarıyla inmesini sağlayan ekibin lideri Margaret Hamilton ile karşılaşıyoruz. Pippi Uzun Çorap hikâyelerinin yazarı Astrid Lingren’in “her koşulda söz dinleyen çocuk” karakteri yerine, kendi maceralarını yaşayan güçlü çocukları cesaretlendirdiğini görüyoruz. Motorun titreşiminden ne zaman vites değiştireceğini hisseden, sağır motosiklet yarışçısı Ashley Fiolek ile gurur duyuyoruz. “Ancak anlarsak değer veririz. Ancak değer verirsek yardım ederiz. Yardım edersek hepimiz kurtuluruz” diyen primatolog Jane Goodall ile yüreğimizi ısıtıyoruz.

Hep Kitap’a ufuk açıcı ve cesaret verici bu kitap ile iyi ki bizleri buluşturdu! Teşekkürler Hep Kitap! Bu kitabın özel bir yeri olduğunu düşünüyorum. Belki biri, bir asi kız yüreği taşıdığını fark etmek için kıvılcıma ihtiyaç duyuyordur. Belki biri, asi kız olduğu için yorulduğunu hissediyor ya da olmadık engellerden dolayı pes etmeyi düşünüyordur. Belki de, yüreğindeki tüm gücün farkındadır da uygun yolları bulamamıştır. Kitabı okuyanın illa ki bir kız çocuğu olması gerekmiyor, bunu da belirteyim. Kim okursa okusun ilham alacağı öyküler olacaktır. Belki okuduktan sonra, birinin hayatına dokunacak ve ileride onun da isminin tarihe yazılmasını sağlayacak. Ya da kendisini örnek alanlara ilham verecek. Suya atılan taşın etkisi gibi olacak, sadece küçükten büyüğe dalga oluşturmayacak, suyun kenarındaki bitkiyi kıpırdatarak, bitkinin içerisindeki minik canlıların doğaya karışmasına aracı olacak, kim bilir? Ya da planktonlar gibi, çıplak gözle görünemeyecek kadar küçük ancak ekolojik döngüde devasa bir etkiye sahip. Bir kız çocuğu hiç de küçümsenemeyecek bir etkiye sahip: nesilleri değiştirir!

Sevgili Asi Kızlar, bu paragrafım da size: Hayal kurmayı bilmeyen birçokları arasında, hayallerinize giden yollar zorluklarla dolu olabilir. Mücadele, emeği daha lezzetli hale getirir. Anlaşılmadığınızı düşünebilirsiniz, olsun sizler zaten sıradan insanlar değilsiniz. Kendi yüreğinizdeki güce inanın! O güç, merak ve tutkuyla bir araya geldiğinde, bütün kapıların açıldığını göreceksiniz. Yorulabilirsiniz, tükendiğinizi hissedebilirsiniz; işte o anlarda bir kere daha düşünün, hayallerinize ulaştığınızdaki mutluluk, yorulduğunuzdaki hislerinizden daha güzel olacak!

Not: Uykudan önce okuyun ki hayalleriniz düşlere, düşleriniz de gerçeklere dönüşsün!



Asi Kızlara Uykudan Önce Hikâyeler, Hep Kitap, 2017.  

11 Mart 2017 Cumartesi

SİBOP, ACEMİ KOLPACI ORHAN'IN ROMANI


Başar Başarır, 2004 yılında Sait Faik Hikâye Armağanını, 2014 yılında Yunus Nadi Öykü ödülünü kazandı. Sibop, daha önce öykü kitapları ile karşımıza çıkan yazarın ilk romanı. “Acemi kolpacı”  Orhan, öyle ki, adı “sibop”a çıkmış. Mahallesinde bile kimsenin dikkatini çekmeyen, neredeyse girdiği tüm işleri yarım bırakan Orhan,  ilk buluşmada Aslı ile evlenme kararı alır ve kısa sürede Aslı ile evlenip kendisini bir macera girdabının içinde bulur.

Kültürel birikim nedir? Bitirilen okulların diplomaları mı, okunan kitapların raftaki sayısının çokluğu mu? Ya da okul yıllarının en önemli münazara sorusunu düşünelim: Çok okuyan mı bilir, çok gezen mi? Ben diyorum ki farkındalığıyla yaşayan bilir! Kültürel birikim ise, sadece diplomalardan, kitaplardan ibaret değildir. Akademik donanımız bir sürü başarılarla dolu olabilir. Elbette bunlar bize artı değerler katıyor. Ancak tatile gittiğimiz bir yörenin pazarında turlamadan, insanların yöresel alışkanlıklarının neler olduğunu gözlemlemeden dönersek, olmuyor, bir yerlerde tıkanıp kalıyoruz. İnsanın ufkunu, farkındalık gözü geliştiriyor. İçinde yetiştiğimiz çevrenin özelliklerini artı değerlerimize eklediğimizde, tüm evreni algılama eşiğimiz yükseliyor.

Bu romanda beni en çok etkileyen taraf karnına yazan çocuklara duyduğum saygı oldu sanırım. Lezzetli Türkçesi, olayın kurgusu, karakterlerin özelliklerinin, geçmiş yaşamlarının hani Freud’un dediği gibi buzdağının altının ortaya çıkışı gibi birçok durumdaki bağlantı güzelliğini de bahsedeceğim elbette ama en çok yazarın bu kültürel birikiminden etkilendim. Başar Başarır, farkındalık gözüyle gördüklerini, okuyucuya eğlenceli bir dille aktarmış. “Arifeyi gördük, bayramı göstermediler; çırak çıkartmak; boku bilmeden kenefe müdür olmak” gibi birçok unutulmuş, belki en son kullanıcısıyla mezara gitmiş, belli yörelere özgü deyimlerin, kelimelerin, konuşmaların bu romanla karşıma çıkması, kültürel farkındalık gözüme kaçan çöpü çıkarttı. Bunlar, taş merdivenlerin altında, toprakla betonlaşmış avluların en ücra, soğuk ve nemli köşelerine yerleşmiş ifadelerdi ve öyle güzel bulundukları cümleye yerleşmişlerdi ki, aidiyet duygusunu hatırlattı. Hani nicedir telli mutfak dolapları dekor olarak kullanılıyor da gelip geçenlerin birçoğu için pek bir anlam ifade etmiyor, ben işte o telli dolapların kenarına oturmuş, kızıl saçlarıyla sakin sakin konuşan dedemin halasını hatırladım. Sanki Cemile hala canlanmış, aynı dolabın yanına oturmuş, eski günlerden anlatıyordu : “Sekemekte oynamayın yavrum, düşersiniz” diyordu. “Hanayı yeni suladım, ayaklarınızın çamurunu eve bulaştırmayın” diye gülümsüyordu.

Romanın başkahramanı Orhan, Aslı ile ani evliliği, ilk görüşte âşık olmasıyla birlikte pek çok olayla mücadele etmek zorunda kalıyordu. Evet, Orhan günümüz dünya şivesiyle konuşuyordu. Yanlış okumadınız dünya şivesi dedim, internet dilinin konuşulan dildeki bozulmasına ben günümüz dünya dili diyorum. İnceden inceye, yazar aslında günümüz dünya şivesine de dokunduruyordu. Orhan’ın kendi çevresinde, varlığı ile yokluğu pek bir anlam ifade etmeyen bir karakter oluşundan, yarım bıraktığı işlerinden, bir baltaya sap olamamış halinden mi geliyordu Sibop?  Olabilir, ilk bakışta tabi. Bence Orhan, kayıplarıyla, çocukluğunda yaşadığı travmatik olayla, yetişkinliğinde yaşadığı iç çatışmalarıyla boğuşuyor, Aslı ile bunları aşmak için kendi hayat mücadelesini veriyor, çevresindekilerle ve geçmişindeki olaylarla yüzleşiyordu. İlk bakışta, argo olarak düşünülen Sibop, aslında sayfalar ilerledikçe lastiğin basıncını ayarlayan en önemli unsur haline geliyordu. Orhan’ın aşkı, mücadelesi olmasa, Orhan’la ilişkili tüm karakterlerin basınç ayarları normale dönmeyecekti.

Yazarın yeteneği, farkındalık düzeyinin yüksekliği ve birikimi bir araya gelmiş, hanayın ortasına yerleşmiş. Hem de leziz bir Türkçe ile. Özetle, bağı suvarmış, artık ürünlerin keyfini sürmesi kalmış. Umarım hepimiz, ne iş yapıyorsak yapalım, nasıl bir birikime sahip olursak olalım, farkındalık gözümüzü de açarız. Böylece dünyayı izlerken, varoluşun anlamını kavrar ve güzel eserleri dünyayla buluştururuz.
SİBOP, Başar Başarır, Can Yayınları, 2017.



10 Mart 2017 Cuma

TERARYUM ÇOCUKLARI

“Günaydın”.

“Hoş geldin”, “Nasılsın?” .

“Teşekkür ederim”.

“İyi günler bakkal amca”.

“Kolay gelsin”.

Kişiler arası iletişimin sanırım en basit hitap şekilleri. Hani farkında olmadan söylediklerimiz. Öyle görüp, alışa geldiklerimiz. Pardon, genelleme yapmayayım, hepimiz için geçerli değil sanırım bu en basit örnekler. Komşuya, asansörde karşılaştığınız bir yabancıya, markette size yardımcı olan bir çalışana, arkadaşlarınıza, uzaktan tanıdıklarınıza, çocuğunuza söylediğiniz, iletişimi başlatan bu ilk ifadeleri kullanıyor musunuz? Yazıyı sessizce ve yalnız okuduğunuza göre, cevabınızı verirken çekinecek birileri yok! Cevabınız “Elbette” ise, çocuklarınızı birkaç gün gözlemlemenizi istiyorum. Okula giderken, servise binerken, komşularınızla karşılaştıklarında, markette, mağazada, her yerde, tanıdık tanımadık tüm insanlarla iletişimleri nasıl? ( Bu paragraf, biraz askıda dursun).

                Bir insanı tanımlarken onlarca sıfat kullanırız: güler yüzlü, samimi, soğuk, mendebur, dürüst, fesat, içten pazarlıklı, kaba, kibar, asil…  Peki, başarı kelimesini neye göre bir insana yakıştırırsınız? Mesleğine, yaptığı yemeklere, kıyafetlerine, gülen yüzüne göre mi? Uzmanlar başarıyı, yapılan işin sonucu olarak değerlendirirler ve bir karakter özelliği olarak tanımlamazlar. Ben insanları, Einstein’ın iyi ve kötü insanlarından biraz farklı olarak, başarılı ve başarısız olarak ikiye ayırıyorum. Benim için insanlara dair öncelikli değerim İLETİŞİM’dir. İki tür insan, iletişimde başarılı ve başarısızlar.

                Sevgili başarısızlar, “Günaydın” demeyi bilmeyen, bütün dünya sadece kendi etrafında dönüyormuşçasına her güzelliği kendisine bekleyen, karşısındakinin fiziksel sınırlarına dahi saygı duymayan, kendi dünyasından başka dünyaların olduğunu kabul etmeyenler olarak tanımlanabilir. Hatta bu açıklamayı devam ettirmek de mümkün: kendileri olmadığında dünya duracakmış gibi düşünen, bencil, sevgi arsızı, kural tanımayan, doyumsuz, mutlu olmayı bilmeyen, karşısındakinin duygularını hırpalayan diye devam edebilirim. Eminim ki bu tanıma sizler de bir şeyler ekleyebilirsiniz. Bu yeni tür ki daha önceki zamanlarda bu kadar çok değillerdi, nasıl oldu da çoğaldılar dersiniz? Söyleyeyim, bu başarısızların ebeveynleri, psikologları yanlış anladı! Bu ebeveynler, eğitimli de olsalar, ya “Ben çocuğumu kendi yetişme tarzımdan çok daha farklı yetiştireceğim” diye yüksek perdeden naralar attılar ya da “Ben öyle mükemmelim ki çocuklarım da benim bildiğim aile düzeninde yetişecek” şeklinde burunlar yukarıda, omuzlar dik olarak bu komutu evrene gönderdiler. Sonuç olarak çok üzgünüm ama kendisini dünyanın merkezi sanan, selamlaşmanın hiçbir türünü uygulamayan, eleştirilmeye asla tahammülü olmayan, iletişimin devamlılığını sağlayan unsurlardan haberi dahi olmayan yeni bir tür ile bizleri karşı karşıya bıraktılar.

                İşte sözüm bu insanlara: Teraryum fanusları gibi kurduğunuz hayat, gerçek bir dünya değil! Uyanın! O fanuslarda sadece hayal ettiklerinizi kısa bir süreliğine yaşatabiliyorsunuz. Teraryum fanuslarının uzun ömürlü olması için ya yapay ürünler kullanmanız gerekiyor ya da uygun koşulları sürekli olarak korumanız. Dünya, bir teraryum bahçesinden daha büyük ve fanusun dışındaki gerçeklik iletişimle dönüyor.

                Eğer “Çocuğum hep bana bağımlı yaşasın, ben her zaman her yerde arkasını toplarım” diyorsanız; siz olmadan kendi ayaklarının üzerinde duramasın istiyorsanız, sizin seçimlerinize göre ilerlesin, sizin gösterdiğiniz yolu seçsin gibi hayalî düşünceleriniz varsa, ÇIKMAZ SOKAK!  Okula götürmeyi unuttukları resim dosyasının bedelini ödesinler ki bir daha ki sefere kendi sorumluluklarını alabilsinler. Bırakın, hangi kitabı okuyacaklarını kendileri seçsinler, bir süre sonra dünya klasiklerini de okuyacaklardır. Siz sadece dünyanın en önemli değerinin iletişim olduğunu SİZİ gözlemleyerek öğrensinler. Onlara imkânlarınız dâhilinde farklı dünyaların kapılarını aralayın, algılarının açılması için fırsatlar oluşturun. Evet, illa bir şeyler yapacaksanız, gezin, görün, okuyun ve onlarla paylaşın. Yani bizim aramıza karışın! İlla öğretecekseniz adab-ı muaşeret öğretin. Sonrasını onlar tamamlayacaktır. Demem o ki, bu yeni türden bizi kurtarın! Çünkü biz başarılı iletişimin dünyayı yörüngede tuttuğuna inanıyoruz. Dengemizi bozmayın.
               


7 Mart 2017 Salı

GENETİK KODLARIMDA ÜÇ KADIN

Yazdım, sildim. Yazdım, sildim. Sonra dedim ki, ben en iyisi genetik kodlarımın baskın kadınlarını yazayım, onlara minnettarlığımı anlatayım. En iyisi böyle olacak. Çünkü gerek eğitim, gerekse hayata dair her şeyde özüme değer katanlar hep kadınlar! Ya direk hayatıma etki ettiler kendi varlıklarıyla ya da dolaylı olarak yetiştirdikleriyle! Çünkü sıkı sıkıya bağlı olduğum bir inancım var: “Bir insanı tanımak ya da değiştirmek mi istiyorsun; onun ninelerini tanı ya da ninelerini değiştir.” İşte bu denli önemli kadınlar, kısaca her şeyi şekillendirenlerdir onlar.

Kendime dair pek çok değerimi, düşüncemi, inancımı etkileyen üç kadın var: anneannem, babaannem ve annem. Üçünün de en belirgin özelliği, tüm rollerine rağmen, birey olmaları. Hepsi bir yandan anne, kardeş, gelin, eş, komşu, arkadaş, teyze, hala ama bir bakıyorum da hepsi aynı zamanda birey. Bağlılar, bağımlı değiller. Birçok şeye sahipler, aitler ama mesafeliler. Yani, kendi yaşam alanları var ve orada kendilerinden başka kimse yok. Babaannemin kendince doğruları, kimsenin onu ikna edemediği değerleri vardı, biz o yaşarken “İnatçı” derdik, şimdi düşünüyorum da uzaktan, inadından değil kendi sınırlarındanmış. Okuyana bayılırdı. Yürekten severdi. Anneannem, karşılaştığı tüm zorluklara rağmen, yaşamayı çok severdi, hangi işe elini atsa harikalar yaratırdı ancak bütün yaptıklarından da keyif alırdı. Sevmediği bir şeyi yaptığını hiç hatırlamam. Evindeki kuş bile değerinin farkındaydı. Yürekten severdi. Annem, canım annem, istemediği bir şeyi asla yapmaz, yapıyorsa keyif alarak yapar. Tıpkı anneannem. Yürekten sever. Gün içerisinde mutlaka kendine ayırdığı bir zaman dilimi olur, kendisi için. Bağlı ama bağımsız.  Ne şanslıyım, genetik kodlarım bu üç, bağlı ama bağımsız kadınlarla kurulmuş!

36 yaşındayım, hem gördüklerim, hem de anlatılanlar birleştiğinde, bu üç kadının eşlerini kıskandıklarını, onları sınırlandırdıklarını görmedim. Bu üç kadının çocuklarının seçimleri yanlış da olsa, onları yollarından döndürdüklerini görmedim. Ellerinden geldiğince yanlışları anlatır ancak sonuca karışmazlar. Çocuklarının keşfetme duygularını hep besler, sorularına cevap verir, şefkat ile aşırı korumacı tutumları birbirlerinden ayırırlar. Fikirlerini söyleseler de ikna etmek için taktiklere girmezler. Taktik diyorum evet, ben bu üç kadında ne karşılarındaki erkeklere ne de çocuklarına dair taktik savaşları görmedim. Kendileri olmaktan hiçbir zaman vazgeçmediler, karşılarındakine saygıyı hiçbir zaman kaybetmedikleri gibi. Hayata dair enerjileri hep oldu mesela, sorunları büyütmediler.

Bu üç güzel kadından aldıklarıma gelince: ailenin çok şey olduğunu ama her şey olmadığını, sorunların bir şekilde aşılabilir olduğunu, bazı şeylerin değiştirilemediğini ve olduğu gibi kabullenilmesi gerektiğini öğrendim. Kadının değerinin, ev işleri, yemek gibi konularda olmadığını, düşünen bir zihnin ve hisseden bir kalbin en güzel dünya değeri olduğunu öğrendim. Okuma hevesimi aldım üçünden de. Bir çocuk yetiştirirken geleceği inşa etmeyi; sevdiğim işi yapmayı, sadece kendim için özel bir alan ve zaman oluşturmayı; tüm dünyadan haberdar olmayı öğrendim. Çocuklarımı ve hayat arkadaşımı, kendi tutkularıma karıştırmadığım, onların seçimlerine, sevdikleri şeyleri yapmalarına saygı göstermeme, bir olmak ve birlikte olmak arasındaki ince çizgiye, herkesin hem bir arada hem de ayrı alanlarda hayatına devam etmesi görüşüme, yani aslında kendime olan güvenime ve saygıma dair bana kazandırdıkları her şeye minnettarım.

Doğrularımla, yanlışlarımla, sadece ben olduğum için sevilmek ve bu şekilde sevilmeyi öğrenmek en şanslı olduğum konulardan biri bence. Sevdiğim her şeye, sırf ben seviyorum diye saygı gösterilmesi, değer vermenin en yüksek ölçüsü değil midir? Ve böylece peşi sıra sevgi gelir, mutluluk gelir.

Sizin doğrunuz nedir bilmiyorum, doğru olduğuna yürekten inanıyorsanız da buna yürekten saygı duyuyorum. Ancak, eğer bir yerlerde “kendime zaman ayıramıyorum” diye sızlanıyorsanız ve bunun sebebini ailenizi bağlıyorsanız, biraz düşünün derim. Siz mi kendinize vakit ayırmıyorsunuz yoksa onların sizsiz vakit geçirmesine mi izin vermiyorsunuz? Bağlı mısınız? Bağımlı mısınız?

2017 Dünya Kadınlar Günü Ödülleri müsaadenizle anneannem, babaannem ve annem için!




4 Mart 2017 Cumartesi

TADIMIZ TUZUMUZ

    Birini çocukluğumdan bildiğim, diğerini yeni öğrendiğim iki hikâyeyle başlamak istiyorum – oysa bilgisayarın başına ilk oturduğumda Sevgili Freud diye başlamıştım, artık başka yazıya. Her neyse önce çocukluğumda duyduğum belki de bir yerlerde okuduğum hikâyemi anlatayım:

    Uzak ülkelerden birinde, üç kızı olan bir kral yaşarmış. Kral kızlarının kendisini ne kadar sevdiğini test etmek istemiş ( bunu neden sınamış orasını hatırlamıyorum). Güzelce almış kızlarını karşısına, “Söyleyin bakalım beni ne kadar çok seviyorsunuz?” demiş. Kızlardan en büyüğü “yıldızlar kadar babacığım” demiş, ortancası “gökyüzü kadar babacığım” demiş, en küçüğü ise “seni tuz kadar seviyorum” cevabını verince kral en küçük kızına çok içerlemiş. “Ne demek tuz kadar, demek ki beni hiç sevmiyorsun” diye bağırmış sarayın orta yerinde ve “Askerler! Derhal beni hiç sevmeyen küçük kızımı saraydan uzaklaştırın” diye emir vermiş. Askerler bir an bile şüphe etmeden, kralın küçük kızını saraydan kapı dışarı etmişler. Gel zaman, git zaman; herkesin zenginlik içerisinde yaşadığı, kuşların cıvıldaştığı, kralın da kendisini çok seven iki kızıyla mutlu mesut yaşadığı günlerde, ülkede tuz kıtlığı yaşanmış. Nasıl oluyorsa, ülkeye tuz gelmez olmuş. Haliyle yemeklerin tadı tuzu kalmamış. Yemek yemeği çok seven kral, tuzsuz yemeklerden dolayı çok mutsuzmuş. Askerlerine bir emir daha vermiş: “Derhal, saraydan attığım kızımı bana bulun, onun beni tuz kadar sevmesini şimdi anladım” demiş. Her masal gibi mutlu sonla biten tuzlu masalımızda, kralın küçük kızı bulunup saraya getirildikten sonra, ülkeye tuz gelmiş mi, yemekler yeniden eski tadına tuzuna kavuşmuş mu, hatırlamıyorum. (Freud üzerine çalışırken, çocukluk dönemlerine takılmışken, tuz ile ilgili okuduğum bir yerde aniden kendi çocukluğuma iniverdim anlayacağınız – serbest çağrışım bu olsa gerek).

    Gelelim ikinci hikâyeye, bilgi olarak kanıtlanamadığı için, rivayetten öteye geçemese de yukarıda bahsettiğim masalla bir bağlantısı olduğunu düşünüyorum.

    Maaş kelimesinin İngilizce karşılığı “salary” ile ilgili bir hikâye: “Salary” kelimesinin kökeninin “Sal” ve bu kelimenin Latince’de “TUZ” demek olduğundan bahsediyordu hikâye. İyi ama tuz ile maaşın nasıl bir bağlantısı var derseniz, Türkçe kelimelerden değil Latince ve İngilizcesinden yola çıkmanızı öneririm. Eski Roma İmparatorluğu döneminde, tuz çok kıymetli bir madde olduğu için – sadece yemeklere lezzet versin diye değil, yiyeceklerin ve bazı malzemelerin çürümemesi için de kullanılırmış- bazen askerlere maaşları parayla değil tuz ile ödenirmiş. Öyle ki bu askerler özellikle tuz ihtiyacını karşılamak için savaşır ya da Tuz Yollarını (Salt Roads- Latince Via Salaria) korurlarmış. Latince Salarium kelimesi de tuz ve maaş ile ilişkilendirilmiş.

    Kelime olarak bizim dilimiz ile bağlantısını kuramasak da, tuzun bir zamanlar çok pahalı, elde edilmesi zor ve aslında hayatın anlamı olduğunu da ben eklemek istiyorum: Güzel havaların tatlı telaşına kapılıp eve tuz götürmeyi unutan şairimiz tuz işinin sırrını çok zaman önce çözmüş diye düşünüyorum. Ya da “Tuzluymuş, alamam ben bu merdaneli makineyi” diyen herhangi birinin o zamanlar tuzun kıymetini bildiğini anlıyorum. “O benim hayatımın tuzu biberi” diyen bir sevgilinin, tuza yüklediği anlamın “acı, tatlı anılar” ifadesinden çok daha derin olduğunu hissediyorum. “Hanım tuz dedi mi, ciğerim cız eder” diyen orta direk bir memurun, “et kokarsa tuzlanır, tuz kokarsa ne yapılır?” diyen bir anneannenin, tuz hakkında bildiklerinin Romalılardan fazla ve çok daha duygu yüklü olduğunu kavrıyorum.

    Gelelim tuz ile maaş kelimesinin Roma tarihindeki bağlantısı gibi, benim kendi tuz bağlantıma: Elbette üç beyazdan sakınmak gerektiğini söyleyen günümüz uzmanları bana kızabilir, uzmanlar her zaman değerlidir benim gözümde, gönlümde. Ancak tuz, yemeklere katılmaktan öte bir anlam taşıyor artık benim hayatımda. Zaten yemekleri de az tuzlu yerim, sorun yok. Bir zamanların en zor bulunan, hatta uğruna savaşlar çıkan, yolları korunan tuz, günümüzde neye dönüşmüş olabilir diye düşündüm. Sonucu da “tat ve tuz” ikilisinde buldum. “Ağzımın tadı tuzu kalmadı” dememek için, güzel bakalım, güzel düşünelim. Belki şu anda tuz, tuzlu değil; asıl tuzlu olan “sevgi ve mutluluk”. Çoğu insan ya sevmeyi bilmiyor ya sevilmiyor. Çoğu ise Bruce Willis’in 2001 yılında gösterime girmiş İçimdeki Çocuk –The Kid filmindeki gibi kendi çocukluğuyla yüzleşip, sorunları çözemiyor. Çatışmalar, savunma mekanizmaları yaşamları boyunca sürüp gidiyor. Sevmeyi ve mutlu olmayı bilmeyenler ya da çocukluk çatışmalarını yetişkinliğinde çözemeyenler, kendilerine ait bir dağda da yaşamadıklarına göre, direnç olarak yayılmaya devam ediyor. Anneden geliyorsa, çocuklara geçiyor, çocuklardan da nesiller boyunca devam ediyor. Mars’tan gördüğüm kadarıyla tuzun değeri bile dünya zamanında değişebildiğine göre; tuza yüklenen anlamların asıl kaynağı unutulmuş olduğuna göre, insan neden değişmesin? Yeter ki değişmek istesin, salt doğrularından sıyrılıp, kabuğunu kırabilsin, değil mi?

    E o zaman, değişime, sevgiye ve mutluluğa dair benim de çorbada tuzum olsun.