4 Mart 2017 Cumartesi

TADIMIZ TUZUMUZ

    Birini çocukluğumdan bildiğim, diğerini yeni öğrendiğim iki hikâyeyle başlamak istiyorum – oysa bilgisayarın başına ilk oturduğumda Sevgili Freud diye başlamıştım, artık başka yazıya. Her neyse önce çocukluğumda duyduğum belki de bir yerlerde okuduğum hikâyemi anlatayım:

    Uzak ülkelerden birinde, üç kızı olan bir kral yaşarmış. Kral kızlarının kendisini ne kadar sevdiğini test etmek istemiş ( bunu neden sınamış orasını hatırlamıyorum). Güzelce almış kızlarını karşısına, “Söyleyin bakalım beni ne kadar çok seviyorsunuz?” demiş. Kızlardan en büyüğü “yıldızlar kadar babacığım” demiş, ortancası “gökyüzü kadar babacığım” demiş, en küçüğü ise “seni tuz kadar seviyorum” cevabını verince kral en küçük kızına çok içerlemiş. “Ne demek tuz kadar, demek ki beni hiç sevmiyorsun” diye bağırmış sarayın orta yerinde ve “Askerler! Derhal beni hiç sevmeyen küçük kızımı saraydan uzaklaştırın” diye emir vermiş. Askerler bir an bile şüphe etmeden, kralın küçük kızını saraydan kapı dışarı etmişler. Gel zaman, git zaman; herkesin zenginlik içerisinde yaşadığı, kuşların cıvıldaştığı, kralın da kendisini çok seven iki kızıyla mutlu mesut yaşadığı günlerde, ülkede tuz kıtlığı yaşanmış. Nasıl oluyorsa, ülkeye tuz gelmez olmuş. Haliyle yemeklerin tadı tuzu kalmamış. Yemek yemeği çok seven kral, tuzsuz yemeklerden dolayı çok mutsuzmuş. Askerlerine bir emir daha vermiş: “Derhal, saraydan attığım kızımı bana bulun, onun beni tuz kadar sevmesini şimdi anladım” demiş. Her masal gibi mutlu sonla biten tuzlu masalımızda, kralın küçük kızı bulunup saraya getirildikten sonra, ülkeye tuz gelmiş mi, yemekler yeniden eski tadına tuzuna kavuşmuş mu, hatırlamıyorum. (Freud üzerine çalışırken, çocukluk dönemlerine takılmışken, tuz ile ilgili okuduğum bir yerde aniden kendi çocukluğuma iniverdim anlayacağınız – serbest çağrışım bu olsa gerek).

    Gelelim ikinci hikâyeye, bilgi olarak kanıtlanamadığı için, rivayetten öteye geçemese de yukarıda bahsettiğim masalla bir bağlantısı olduğunu düşünüyorum.

    Maaş kelimesinin İngilizce karşılığı “salary” ile ilgili bir hikâye: “Salary” kelimesinin kökeninin “Sal” ve bu kelimenin Latince’de “TUZ” demek olduğundan bahsediyordu hikâye. İyi ama tuz ile maaşın nasıl bir bağlantısı var derseniz, Türkçe kelimelerden değil Latince ve İngilizcesinden yola çıkmanızı öneririm. Eski Roma İmparatorluğu döneminde, tuz çok kıymetli bir madde olduğu için – sadece yemeklere lezzet versin diye değil, yiyeceklerin ve bazı malzemelerin çürümemesi için de kullanılırmış- bazen askerlere maaşları parayla değil tuz ile ödenirmiş. Öyle ki bu askerler özellikle tuz ihtiyacını karşılamak için savaşır ya da Tuz Yollarını (Salt Roads- Latince Via Salaria) korurlarmış. Latince Salarium kelimesi de tuz ve maaş ile ilişkilendirilmiş.

    Kelime olarak bizim dilimiz ile bağlantısını kuramasak da, tuzun bir zamanlar çok pahalı, elde edilmesi zor ve aslında hayatın anlamı olduğunu da ben eklemek istiyorum: Güzel havaların tatlı telaşına kapılıp eve tuz götürmeyi unutan şairimiz tuz işinin sırrını çok zaman önce çözmüş diye düşünüyorum. Ya da “Tuzluymuş, alamam ben bu merdaneli makineyi” diyen herhangi birinin o zamanlar tuzun kıymetini bildiğini anlıyorum. “O benim hayatımın tuzu biberi” diyen bir sevgilinin, tuza yüklediği anlamın “acı, tatlı anılar” ifadesinden çok daha derin olduğunu hissediyorum. “Hanım tuz dedi mi, ciğerim cız eder” diyen orta direk bir memurun, “et kokarsa tuzlanır, tuz kokarsa ne yapılır?” diyen bir anneannenin, tuz hakkında bildiklerinin Romalılardan fazla ve çok daha duygu yüklü olduğunu kavrıyorum.

    Gelelim tuz ile maaş kelimesinin Roma tarihindeki bağlantısı gibi, benim kendi tuz bağlantıma: Elbette üç beyazdan sakınmak gerektiğini söyleyen günümüz uzmanları bana kızabilir, uzmanlar her zaman değerlidir benim gözümde, gönlümde. Ancak tuz, yemeklere katılmaktan öte bir anlam taşıyor artık benim hayatımda. Zaten yemekleri de az tuzlu yerim, sorun yok. Bir zamanların en zor bulunan, hatta uğruna savaşlar çıkan, yolları korunan tuz, günümüzde neye dönüşmüş olabilir diye düşündüm. Sonucu da “tat ve tuz” ikilisinde buldum. “Ağzımın tadı tuzu kalmadı” dememek için, güzel bakalım, güzel düşünelim. Belki şu anda tuz, tuzlu değil; asıl tuzlu olan “sevgi ve mutluluk”. Çoğu insan ya sevmeyi bilmiyor ya sevilmiyor. Çoğu ise Bruce Willis’in 2001 yılında gösterime girmiş İçimdeki Çocuk –The Kid filmindeki gibi kendi çocukluğuyla yüzleşip, sorunları çözemiyor. Çatışmalar, savunma mekanizmaları yaşamları boyunca sürüp gidiyor. Sevmeyi ve mutlu olmayı bilmeyenler ya da çocukluk çatışmalarını yetişkinliğinde çözemeyenler, kendilerine ait bir dağda da yaşamadıklarına göre, direnç olarak yayılmaya devam ediyor. Anneden geliyorsa, çocuklara geçiyor, çocuklardan da nesiller boyunca devam ediyor. Mars’tan gördüğüm kadarıyla tuzun değeri bile dünya zamanında değişebildiğine göre; tuza yüklenen anlamların asıl kaynağı unutulmuş olduğuna göre, insan neden değişmesin? Yeter ki değişmek istesin, salt doğrularından sıyrılıp, kabuğunu kırabilsin, değil mi?

    E o zaman, değişime, sevgiye ve mutluluğa dair benim de çorbada tuzum olsun.



2 yorum:

  1. İnsan değişmezse çürür demiş DR SPENCER JOHNSON.

    YanıtlaSil