Birini çocukluğumdan bildiğim,
diğerini yeni öğrendiğim iki hikâyeyle başlamak istiyorum – oysa bilgisayarın
başına ilk oturduğumda Sevgili Freud diye başlamıştım, artık başka yazıya. Her
neyse önce çocukluğumda duyduğum belki de bir yerlerde okuduğum hikâyemi
anlatayım:
Uzak ülkelerden birinde, üç kızı
olan bir kral yaşarmış. Kral kızlarının kendisini ne kadar sevdiğini test etmek
istemiş ( bunu neden sınamış orasını hatırlamıyorum). Güzelce almış kızlarını
karşısına, “Söyleyin bakalım beni ne kadar çok seviyorsunuz?” demiş. Kızlardan en
büyüğü “yıldızlar kadar babacığım” demiş, ortancası “gökyüzü kadar babacığım”
demiş, en küçüğü ise “seni tuz kadar seviyorum” cevabını verince kral en küçük
kızına çok içerlemiş. “Ne demek tuz kadar, demek ki beni hiç sevmiyorsun” diye
bağırmış sarayın orta yerinde ve “Askerler! Derhal beni hiç sevmeyen küçük kızımı
saraydan uzaklaştırın” diye emir vermiş. Askerler bir an bile şüphe etmeden,
kralın küçük kızını saraydan kapı dışarı etmişler. Gel zaman, git zaman;
herkesin zenginlik içerisinde yaşadığı, kuşların cıvıldaştığı, kralın da
kendisini çok seven iki kızıyla mutlu mesut yaşadığı günlerde, ülkede tuz
kıtlığı yaşanmış. Nasıl oluyorsa, ülkeye tuz gelmez olmuş. Haliyle yemeklerin
tadı tuzu kalmamış. Yemek yemeği çok seven kral, tuzsuz yemeklerden dolayı çok
mutsuzmuş. Askerlerine bir emir daha vermiş: “Derhal, saraydan attığım kızımı
bana bulun, onun beni tuz kadar sevmesini şimdi anladım” demiş. Her masal gibi
mutlu sonla biten tuzlu masalımızda, kralın küçük kızı bulunup saraya
getirildikten sonra, ülkeye tuz gelmiş mi, yemekler yeniden eski tadına tuzuna
kavuşmuş mu, hatırlamıyorum. (Freud üzerine çalışırken, çocukluk dönemlerine
takılmışken, tuz ile ilgili okuduğum bir yerde aniden kendi çocukluğuma
iniverdim anlayacağınız – serbest çağrışım bu olsa gerek).
Gelelim ikinci hikâyeye, bilgi
olarak kanıtlanamadığı için, rivayetten öteye geçemese de yukarıda bahsettiğim
masalla bir bağlantısı olduğunu düşünüyorum.
Maaş kelimesinin İngilizce karşılığı “salary” ile ilgili bir hikâye: “Salary” kelimesinin
kökeninin “Sal” ve bu kelimenin Latince’de “TUZ” demek olduğundan bahsediyordu hikâye.
İyi ama tuz ile maaşın nasıl bir bağlantısı var derseniz, Türkçe kelimelerden
değil Latince ve İngilizcesinden yola çıkmanızı öneririm. Eski Roma
İmparatorluğu döneminde, tuz çok kıymetli bir madde olduğu için – sadece yemeklere
lezzet versin diye değil, yiyeceklerin ve bazı malzemelerin çürümemesi için de
kullanılırmış- bazen askerlere maaşları parayla değil tuz ile ödenirmiş. Öyle
ki bu askerler özellikle tuz ihtiyacını karşılamak için savaşır ya da Tuz
Yollarını (Salt Roads- Latince Via Salaria) korurlarmış. Latince Salarium
kelimesi de tuz ve maaş ile ilişkilendirilmiş.
Kelime olarak bizim dilimiz ile
bağlantısını kuramasak da, tuzun bir zamanlar çok pahalı, elde edilmesi zor ve aslında hayatın anlamı olduğunu da ben eklemek istiyorum:
Güzel havaların tatlı telaşına kapılıp eve tuz götürmeyi unutan şairimiz tuz
işinin sırrını çok zaman önce çözmüş diye düşünüyorum. Ya da “Tuzluymuş, alamam
ben bu merdaneli makineyi” diyen herhangi birinin o zamanlar tuzun kıymetini
bildiğini anlıyorum. “O benim hayatımın tuzu biberi” diyen bir sevgilinin, tuza
yüklediği anlamın “acı, tatlı anılar” ifadesinden çok daha derin olduğunu
hissediyorum. “Hanım tuz dedi mi, ciğerim cız eder” diyen orta direk bir
memurun, “et kokarsa tuzlanır, tuz kokarsa ne yapılır?” diyen bir anneannenin,
tuz hakkında bildiklerinin Romalılardan fazla ve çok daha duygu yüklü olduğunu
kavrıyorum.
Gelelim tuz ile maaş kelimesinin
Roma tarihindeki bağlantısı gibi, benim kendi tuz bağlantıma: Elbette üç
beyazdan sakınmak gerektiğini söyleyen günümüz uzmanları bana kızabilir,
uzmanlar her zaman değerlidir benim gözümde, gönlümde. Ancak tuz, yemeklere
katılmaktan öte bir anlam taşıyor artık benim hayatımda. Zaten yemekleri de az
tuzlu yerim, sorun yok. Bir zamanların en zor bulunan, hatta uğruna savaşlar
çıkan, yolları korunan tuz, günümüzde neye dönüşmüş olabilir diye düşündüm.
Sonucu da “tat ve tuz” ikilisinde buldum. “Ağzımın tadı tuzu kalmadı” dememek
için, güzel bakalım, güzel düşünelim. Belki şu anda tuz, tuzlu değil; asıl
tuzlu olan “sevgi ve mutluluk”. Çoğu insan ya sevmeyi bilmiyor ya sevilmiyor. Çoğu
ise Bruce Willis’in 2001 yılında gösterime girmiş İçimdeki Çocuk –The Kid
filmindeki gibi kendi çocukluğuyla yüzleşip, sorunları çözemiyor. Çatışmalar,
savunma mekanizmaları yaşamları boyunca sürüp gidiyor. Sevmeyi ve mutlu olmayı
bilmeyenler ya da çocukluk çatışmalarını yetişkinliğinde çözemeyenler,
kendilerine ait bir dağda da yaşamadıklarına göre, direnç olarak yayılmaya
devam ediyor. Anneden geliyorsa, çocuklara geçiyor, çocuklardan da nesiller
boyunca devam ediyor. Mars’tan gördüğüm kadarıyla tuzun değeri bile dünya
zamanında değişebildiğine göre; tuza yüklenen anlamların asıl kaynağı unutulmuş
olduğuna göre, insan neden değişmesin? Yeter ki değişmek istesin, salt
doğrularından sıyrılıp, kabuğunu kırabilsin, değil mi?
E o zaman, değişime, sevgiye ve
mutluluğa dair benim de çorbada tuzum olsun.
İnsan değişmezse çürür demiş DR SPENCER JOHNSON.
YanıtlaSil:) aynen öyle Reyhan:) sevgiler canım
Sil