29 Aralık 2016 Perşembe

SEN GİDERKEN: 2016


Gelecek yılın iyi dilekleri, hayalleri, heyecanı bir kenarda bekleye dursun, ömrümüz yeterse nasılsa yaşayacağız. Şimdilik rafa kalksın hayaller, ben 2016 ile konuşacağım biraz. Güzel ağırladım mı 2016’yı, halinden memnun kaldı mı, karnı doydu mu? Geçelim pencerenin önündeki dantelli fiskos masasının kenarına, alalım elimize kahveleri ince kulplu fincanlarında, biraz dedikodu yapalım istedim. Sene, bütün eşyalarını toplamış giderken, dursun valizleri kapı kenarında da vedalaşalım güzel güzel.

Hayallerimin temellerini atmış olabilirim 2016’da, hayallerime de erişmiş olabilirim. Bütün bir yıl her şey gönlümce de gitmiş olabilir. Sinirlenmiş, üzülmüş, ağlamış, bağırmış da olabilirim. Tükenmiş hissettiğim zamanlar da arada bir kapımı çalmış olabilir. Başarılar, başarısızlıklar, yeni işler, yeni ümitler… Bütün bunları siz de çoğaltabilirsiniz. Aldığım kararları uygulamışım, uygulamamışım; para biriktirmişim, har vurup harman savurmuşum, olabilir. 2016 ile sohbet ederken o fiskos masasında, onunla paylaşmak istediklerim bunlar değil…

“Nasıl ama şekerim, güzel bir ev sahipliği yaptım mı sana ne dersin?” diye konuşmaya başladığımda asıl duymak istediklerimi duyduysam, ben 2016’yı kendi adıma iyi ağırlamışım demektir.  

Hayatıma sadece istediğim insanları aldığım için, negatif enerji yayanları etrafımdan uzaklaştırdığım, uzaklaştırmamın mümkün olmadığı insanları da duymamayı öğrendiğim için ilk memnuniyetini dile getirdi 2016. Her anından keyif aldığım için, zamanı çarçur etmeden geçirmeme de ayrıca mutlu olmuş (keyif almadığım bir şeyi yapamam diyenlerden değilim, ancak yapmakla sorumlu olduğum, sevmediğim işlerde bile sanıyorum eğlenecek bir yan buldum. Bundan dolayı demiş olmalı bunu). Her anımı, o anda yaşadığım için de sevinmiş. “Ay şekerim, ne çok sevindirmişim seni” dedim. Misafirini mutlu uğurlamaktan kim mutlu olmaz ki bizim kültürümüzde, öyle değil mi? Yolun açık olsun 2016.

O gittikten sonra “Evet, öğrenmişim” dedim kendime. Öğrenme, kalıcı davranış değişikli olarak tanımlanır. İletişim de bazı tasarrufları, uğraştığım işe, oynadığım oyuna, yazdığım yazıya o anda her ne ile meşgulsem zihnimi ona odaklamayı öğrenmişim. İnsan azaltmışım mesela, azaltamadıklarımı da görmemişim. Önemli bir ayrıntı, görmezden gelmek değil görmemek. Yani varlığının ya da yokluğunun her hangi bir anlam ifade etmemesi. Gereksiz tedirginliklerle uykularımı kaçırmamış, heyecanlandıysam da o anda yaşamışım.

Öğrenmişim, kendime bir aferin diyorum. 2016’ya kadar bütün bunları ve daha fazlasını öğrenmeme sebep olan tüm insanlara teşekkür ediyorum. Yaşadığım her şeyi iyi ki yaşamışım. Her bir insan, her bir olay hayata bakış açıma, hayatı sindirerek yaşamama bilerek ya da bilmeyerek katkı sağlamış. Bütün bunları en çok 2016’da öğrendiğimi fark ettim ve bu yüzden 2016 yılında sizlere de anlatmaya başladım.

Sonuç olarak Dünya güzel bir yer. Mars’ta bu kadar eğlence yok mesela, orada yeni yıl kutlanmıyor, karşı çıkan olduğundan değil de hesaplama hataları oluyor. Bir türlü aynı zamana denk getiremediler yılbaşı akşamını, hoş hindi de bulmak zor. Dünyadan ithal etmemiz gerekiyor, o da oldukça külfetli. Dünyada öğrenecek çok şey var, araştırıp damıtacak da. En önemlisi de dünyevi mutluluğu yaşayabilmek.

Güle güle 2016, tüm güzelliklerini emanet ettiğin 2017’ye de iyi bakacağım…



26 Aralık 2016 Pazartesi

BİTİRİLMEMİŞ İŞLER

Farklı bir şehirde doğmuş, çocukluğunun, gençliğinin en güzel anılarını o şehirde yaşamış pek çok gurbetçi insanın, öldüklerinde kendi memleketlerine defnedilmek istediklerini biliyor musunuz? Hiçbir yerde duymadıysanız bile bu konu bir şarkıya bile ilham vermiştir : “Beni köyümün yağmurlarında yıkasınlar.” Gülmeyin, bu şarkıya da ilham veren asıl mevzu insanların bitirilmemiş işleridir aslında. Yıllar sonra memleketine dönme şansına erişmiş insanların büyük bir kısmı da geçmişiyle tek tek yüzleşmek ister. Yarım kalmış bir konuşmayı bitirmek gibi, belli bir sayfaya kadar okunup sonra kitaplığın bir köşesine iliştirilmiş bir kitaba zamanı gelince devam etmek gibidir. Şansına erişmiş diyorum çünkü kimi insan yıllar sonra memleketine dönme fırsatı bulamadığı gibi kimi de yarım bıraktıklarıyla yüzleşemez… Yüzleşmek, cesaret ister çünkü… Her ne sebeple olursa olsun yarım bırakılan işler öfkeye, kin tutmaya, acıya, hüzne, yorgunluğa, yetersizliğe, tükenmişliğe sebep olur. Çünkü yüzleşme fırsatı bulamadan ya da tamamlayamadan yarım bırakılan her durum, enerjiyi sömürür ve umut dolu hayatın yaşanmasını baltalar. Sadece güzel günlerin geçirildiği memleketle mi sınırlı dersiniz bitirilmemiş işler? Duyguları etkilediğine, bitirilmemiş işler öfke gibi, tükenmişlik gibi duygulara sebep olduğuna göre, yaşamımızın yani nefesimizin değdiği her alanla ilgili olduğunu da söylesem sanıyorum abartmış olmayacağım.

Çocukluğunuza kadar inmeye gerek yok aslında, bu yıla şöyle bir göz atın yeter! Yeni bir yıla girmeye şunun şurasında kaç gün kaldı! Nelere öfkelendiniz, neleri söyleyemediniz, neler yapmak istediniz bir sebeple yarım kaldı, neler yaşamak istediniz de yarıda kesildi? Hani derler ya “hevesim kursağımda kaldı” diye, işte neler kursağınızda kaldı?

Siz, bütün bu bitirilmemiş işlerinizi düşünürken, eklemek istediğim önemli bir konu daha var: İnsan, çevresiyle var oluyor. Tek başımıza bir krallık olarak yaşayamıyoruz ne yazık ki, hoş bu şekilde de yaşamak isteyen var mı? Belki bazen. Alışkanlıklarımız, bazı değerlerimiz, sorumluluklarımız ve rollerimiz; aklınıza gelecek her şey çevremizle birlikte bizi var ediyor. Çevremizden ayrı tutamıyoruz kendimizi. Ayrıca, şimdi ve burada önemli olan, “Şimdi ve Burada” olmaktır. Şu an yazdıklarımı okuyorsanız, burada mısınız?

Belki önce fark etmeden yaşar insan bu bitirilmemiş işlerini. Önemsemez, belki öteler, belki tölere etmeye çalışır. Ara ara fonda çalan hafif bir müzik gibi bu işlerden dolayı bazı duygularla karşılaşıyorsanız, yılı bitirmeden fondaki müziğin sesini açın, solisti sahneye alın ve yüzleşin derim. Fondaki müzik zamanla sesini yükselterek sahnede yerini almadan denemekte fayda vardır belki. Eğer solist sahneye ummadığınız bir anda, ummadığınız kadar yüksek bir sesle çıkarsa, müziğin keyfini çıkartmak yerine, sahne gürültüsü tadınızı kaçıracaktır. Hevesinizin kursağınızda kalmasında kendi payınızı sahiplenerek işe başlamak, belki de dünyanın en hafifletici sorumluluğu olacaktır. Çünkü kendi davranışlarının sorumluluğunu alan insan kadar özgür hissedeni yoktur! Ve insanın kendisini özgür hissetmesi demek, kendi değerini de, yeterliliğini de, güvenini de sadece kendisinde bulması demektir. Elbette diğer insanlardan değer görmek, sevilmek, önemsenmek güzeldir, bunu inkâr etmiyorum ancak özünde kendisini değerli hissedip, seven insanın her bitirilmemiş işiyle de bir şekilde barışarak hayatına daha mutlu devam edeceğini anlatmak istiyorum.

Yeni yıla dört kala, bitirin o işleri, hayallerinizi çevrimiçi durumuna alın, hani gençler diyor ya son zamanlarda “Seviyorsan söyle” diye, seviyorsanız söyleyin, öfkeliyseniz konuşun, hevesiniz kursağınızda kaldıysa sebeplerini belirleyin, yine istiyorsanız, kendinize güzel bir yol çizin. Unutmayın ki hayatın tüm alanlarında denge ayarı sizin elinizdedir. Yeni yıla girerken benliğinizin balans ayarlarını da bir kontrolden geçirin. 2016’nın tüm bitirilmemiş işleriyle yüzleşip, 2017’ye taze hayallerle girmeniz dileğiyle. Her şey gönlünüzce olsun. Mutlu yıllar!


22 Aralık 2016 Perşembe

FOTOSENTEZ


En sevdiğim tatilin kar tatili olduğunu söylemiş miydim? Hiç ummadığınız eski bir arkadaştan gelen bir hediye gibi, Mısır’da adını bile bilmediğiniz büyük dedenizden kalan bir miras gibi gelir bana hep kar tatilleri. Kar tatilinin tadını şu anda doyasıya çıkarttığım doğru, yarım kalmış kitapları bitirip, yeni aldıklarıma başladım. Onca telaşın, koşturmacanın, stresin karbondioksitinden sıyrılıp, çocuklarla oynayıp bol bol oksijen aldım. Tazelendim. Yenilendim. Yavaşladım. Belki geç yatıp, geç kalkıyorum ama olsun, onun da keyfini çıkartıyorum. Ruhen bir detoks programının içindeymişim gibi.

Bu denli yavaşlamışken, şekerli yoğurtsuz olur muydu bu detoks? Ağaçta, toprakta, karda, güneşte doyasıya yaşadığım çocukluğumu da kar taneleriyle birlikte anımsarken, canımız tatlı istediğinde en kolay, en lezzetli tatlı değil miydi şekerli yoğurt? Çünkü eskiden fırınların en şaşalı pastası kek öyle kolay kolay tutmazdı, kabarmazdı : “Kıskanç insanın elinden kek kabarır.” diye de bir şehir efsanesi vardı. Demek ki öyle herkesin elinden kek de kabarmadığına göre, az sayıda kıskanç insan vardı etrafta. Nereden bilirdik kekin kabarmasının teflon kek kalıplarında ve fırın özelliklerinde olduğunu değil mi? Alüminyum tepsilerle, buzdolabı üzerinde uzanmış davlumbaz (davul) fırınlarda sorun olabileceği kimsenin aklına gelmezdi. Acaba gelseydi de yine öyle on beş yirmi çeşit pastaların yapıldığı misafircilikler oynanır mıydı? Sahi insanlar çok oynamıyorlardı değil mi eskiden? Mesela mesaj gruplarından rehberin tüm kişilerine bir çırpıda gönderilen klişe mesajlar yoktu. Postaneye gidilir, kartpostallar seçilir – öyle her yerde satılmazdı çünkü kartpostallar – uzaktaki tanıdıklara gönderilirdi. En afilli kartpostalları söylememe gerek yok herhalde, yazıyı okuyan mutlaka hatırlayacaktır! Daha yakın tanıdıklar, akrabalar, daha sonrasında postanelerde kontörlü telefon olarak yerini alacak jetonlu telefon kulübelerinden aranır, özel günleri kutlanırdı (yeni yıllar, bayramlar, kandiller… ). Emek verilirdi iletişim kurmak için. Ramazan ayında, insanlar kurdukları iftar sofralarından birer kap yemeği fotoğraflarıyla cümle aleme değil, komşularıyla paylaşır, iftar sofraları bereketlenirdi. Gidilecekse bir eve misafirliğe, ya da çağırılacaksa bir tanıdık iftar sofrasına üç beş gün önceden haber verilmezdi: “Olur mu öyle görgüsüzlük, pasta börek yap der gibi!” cümlelerini hatırlarım.
Öz denir, hani gerçek benlik. Etiketin, gayrimenkullerin, yani bizim kişiliğimizle ilgisi olmayan ama hayatın da devamını sağlayan tüm o çıkma katlarımız var ya onlar haricindeki temelimiz, işte o “ÖZ” varmış sanki önceden. İki lafın belini kırmakmış önemli olan. Zengini de fakiri de orta direği de bir araya getiren, çay bardaklarının içindeki taze çaymış; bardağın şekli, markası değilmiş.

Her dönemin insanı, bir önceki dönemin insani değerlerini özleyerek yetişiyor sanırım, dünya düzeni böyle. Aslında şu birkaç gündür, o eski günleri özlemle andığımdan aklıma gelmiyor bunlar. Teknolojik gelişmelerle birlikte mi değiştik – ki geliştik diyemiyorum – bu gelişmelerin hızına mı ayak uyduramadık bunun şaşkınlığını yaşıyorum. Sokakta oynarken acıkıp, komşunun uzattığı bir parça kuru ekmekle mutlu olurken, şimdilerde krallara layık sofralarda bile mutlu olamıyorduk.

Şekerli yoğurt yediğimiz günlerdeki gibi tadı damağımızda kalan o yavaşlığı unuttuk sanırım. Gerçek mutluluk, sahip olduğumuz servis tabaklarından ziyade, sofranın etrafındakilerle iki lafın belini kırmaktı. Biz şu aralar hem her çay saatine göre servis tabaklarına sahibiz, hem sofranın etrafındakilere ama asıl mesele iki lafın belini kırarken ki keyfimizde! Kendi oyuncağını kendisi yaparak büyüyen yüzlercemizin, şimdilerde insana dair pek çok şeyi tüketip, karbondioksit yaydığını da hangimiz yadırgarız! Bence sadece belli bir canlı türü fotosentez yapmamalı! Ruhun da insanoğlunun da fotosentezi olmalı! Yok mu, var tabi… Mesela, dün pencereden bakarken elinde iki ekmek ile bakkaldan dönen bir adam var. Yolda yürürken birden yolunu aşağıdaki ağaçlı araziye çevirip, trafonun kenarına koyulmuş ekmek poşetindeki ekmeği kuşlar, kediler, köpekler yesin diye, karda aç kalmasınlar diye poşetinden döküp, sonra poşeti de götürüp çöpe atıp yoluna devam eden adam var. İyi ki var!

 Doğanın olduğu gibi insanoğlunun da yenilenebilir enerji kaynakları var!




8 Aralık 2016 Perşembe

NOEL BABALAR VE KUTUP YILDIZLARI DÖNGÜSÜ

Yeni yıl yaklaşırken, her yıl olduğu gibi bir Noel Baba tartışmasıdır yine aldı başını gidiyor. Noel Baba’nın aslında bir İskandinav öyküsü olduğu, kuzeyden Amerika’ya, yeni kıtanın keşfiyle taşındığı, ancak asıl Noel Baba karakterinin 19. Yüzyılın başlarında ilk kez bir şiirde tanımlandığından bahsedilir*. Noel Baba’nın hayallerden ve sanattan ortaya çıktığı da aynı kaynakta vurgulanmıştır.

Bu konunun beni ilgilendiren tarafı ne karakterin dini bir figür olarak karşımıza çıkması, ne çılgın alışveriş zamanının öne çıkan karakteri olması, ne de nereden doğduğu. Bizim öğrendiğimiz kadarıyla bu karakter, dünyadaki çocukların yazdığı mektuplarla istediklerini onlara ulaştırmasıyla yaşam kaynağını besler. İşin bu kadarı bile beni bir masalın ortasına götürüyor. Gerçi günümüzde uçlarda yaşadığımız doğru! Bir kısmımız hayallerine kolaylıkla ulaşabilirken, bir kısmımız o hayallere ulaşmayı hayal bile edemiyor. Bir bakıma dünya geçmişten bugüne hiç değişmiyor. “Herkes hayallerine ulaşsaydı nasıl olurdu, çok romantik bir fikir.” diyebilirsiniz içinizden bana. Olsun, bence hayallere ulaşmak hayali de hayal kurmak da var oluşumuzun önemli bir boyutu. Hayalsiz yaşayabilen insan var mı?

Hayatınızdaki Noel Babaları düşünmenizi istiyorum. Eğer Noel Baba fikri sizi rahatsız ediyorsa bu insanlara Kutup Yıldızı da diyebilirsiniz. Adına ne derseniz artık! Hayallerinizi önemseyen, onlara ulaşmanız için destek olan, paylaşan, cesaret veren ya da hayallerinizi gerçekleştirmeniz için tüm yolları açan insanları düşünün! İyi varlar değil mi? Ya da tam tersi kendinizi, sizin bizzat birilerinin, çocuğunuzun, öğrencilerinizin, sevgilinizin, eşinizin, kardeşinizin… Kimlerin Noel Babası ya da Kutup Yıldızısınız? İyi ki varsınız değil mi? Kimimiz hayallerimizi gerçekleştiren insanlardan, kimimiz birilerinin hayallerini gerçekleştirmekten mutlu oluyor. Hangi taraftaysanız, bunun bir önemi var mı? Sonuçta her iki tarafta da mutlu oluyoruz. O zaman burada ortaya çıkan asıl amacın mutluluk olduğunu söyleyebilir miyim? Söyledim bile!

Nerede arıyorsanız mutluluğu, aramaktan vazgeçin. Mutluluk herhangi bir yerde değil, herhangi bir yığının ardında değil. Mutluluk, Kutup Yıldızı olan insanın gözlerinin içinde ya da tam tersi sizin gözlerinizin içinde. Mutluluk, üzerine sayfalarca yazabilirim. Farklı ülkelerde mutluluk üzerine çalışmalar yapan uzmanlar binlerce kişilik salonları, mutluluğu arayan insanlarla dolduruyor. Hayallerin gerçekleşmesine katkı sağlandığında, buradaki asıl mutluluğun bir kadının istediği mücevher, bir çocuğun istediği oyuncak, bir erkeğin istediği deri cüzdan gibi madde olarak elde edilen şeyler olduğundan bahsetmiyorum. Buradaki asıl mutluluğun, ruhsal bir değerden, belki birinin hayallerini sonuna kadar dinlemekten ve ona destek olmaktan, belki cesareti kırıldığında “vazgeçme” diyen o sesten ve her ne sebepten olursa olsun kendi öz benliğinizin “özel” olduğunu hissettirmekten bahsediyorum. Yani varlığınızın her yönüyle değerli olduğunu hissetmektir asıl mutluluk! Ya da varlığının değerli olduğunu hissettirebilmek! Değerli olduğunu öncelikli hissettireceğiniz insan kim peki? Çok fazla sıralamayla uğraşmayın derim: listenin ilk başına kendinizi yazın! Değerliyiz, hepimiz! Yapabildiklerimiz ve yapamadıklarımızla; öfkemiz ve sevgimizle; hırçınlığımız ve şefkatimizle… Her şeyimizle, bu dünyanın en değerlisiyiz.  

Önce kendi Kutup Yıldızınız, kendi Noel Babanız olmanız, sonra hayatınızdaki diğerleri, artık nasıl adlandırırsanız, siz bilirsiniz… Gerçek mutluluğun var oluş sebebimizde olduğunu düşünüyor, bu ruhsal doyumda gerçekten benliğimize yani sadece bize değer verenlerle ve bizim sadece kendi benliklerine değer verdiklerimizle çoğaldığına inanıyorum. Fazla masalsı gelebilir size, olsun ben masalları çok severim…

 *Akın,Sunay ( 2016, 7’den 70’e, 4. Sayı, sy-18-19)


5 Aralık 2016 Pazartesi

UÇUŞ MODU


     Ne kadar bağımlıyız? Teknoloji ya da herhangi bir madde bağımlılığından ziyade, genel anlamda hayatınızın tüm zerrelerini kaplayan bir bağımlılık türünden bahsetmek istiyorum. Mesela sonuç bağımlılığından, mesela güçlülük bağımlılığından, değersizlik bağımlılığından, neşe bağımlılığından, incitme bağımlığından, alınganlık bağımlılığından, mesela yüksek dağlar bağımlılığından. Bizi dışarıdan bakıldığında tanımlayan bazı sıfatların ya da alışkanlık sandığımız bazı davranışların birer bağımlılık olduğunu iddia ederek belki de bir çılgınlık yapıyorum. Yapayım, nasılsa bir Marslıyım.

  Bağımlılığın tanımlandığı yoldan gidiyorum, bağımlı olunan maddenin ortadan kalkması durumunda yaşanacak örselenmeyi, alt üst olmayı düşünerek ilerliyorum. Nasıl bilinirsiniz? Nasıl tanımlanırsanız? Ya da kendinizi nasıl bilir, nasıl tanımlarsınız? Her iki bakış açısının da aritmetik ortalamasını almanızı istiyorum.

    Peki ya aslında bu tanımların çoğunu bağımlılıktan taşıyorsanız? Bırakın başkalarının bizi nasıl değerlendireceğini, bazen insan kendine bile bazı şeyleri itiraf etmeye korkmuyor mu? Korkuyor ki ara sıra kaygı kökenli hastalıklar yaşıyor, sırtında yük haline gelen o “ETİKETİ” söküp atamadığından, fark etmeden kendiyle girdiği bir savaşı kazanmaya çalışıyor. Üzgünüm ama benden beklediğiniz o cümleyi kuramayacağım, bağımlılıktan kurtulmak öyle kolay bir şey değildir. Ciddi bir mücadele gerektirir, cesaret ister en başında, kararlılık şartlı bir durumdur burada. Bütün bunların gerçekleşmesi için ise elinizde “FARKINDALIK” denilen bir ışın kılıcı olmalı ki her bir mücadelede ETİKETİN bir parçasını da söküp atabilesiniz sırtınızdan.

    İşte uçuş modunu burada devreye sokmak belki de en iyi seçenek oluyor. Şöyle ki nasıl uçuş modunu açtığınızda, dışarıdan sizin zamanınızı alan, sizi tutsak eden o akıllı telefonu ya da tableti kendi isteğinize göre kullanma imkânını elde ediyorsanız, hayatınızın da bir uçuş modu var. Hayatınızın uçuş modu, sadece aramalara ve internete karşı size bir kalkan oluşturmuyor, kendinize karşı da sizin kontrolünüzü size veriyor. Bir kere dış seslere kendinizi kapatıyorsunuz, birileri istediği kadar enerjinizi düşürmeye çalışsın, size ulaşamıyor. Birileri istediği kadar size değersizlik duygusu aşılamaya uğraşsın, yaptıklarınızı ya da sizi eleştirsin, bütün bu seslerin o anda ulaşamadığı alanda oluyorsunuz. Sadece ihtiyaç duyduğunuz kısımda, kendinizi kendinizden bile koruyorsunuz. Yani uçuş modu, etiketlerinizin söküldüğü alan oluyor.

    Kendi iç sesinizi kısmayı benden daha iyi bileceğinizi düşünerek, dış sesleri uçuş moduna almanın da kısa yolunu söyleyeceğim: SIRADANLAŞTIRMAK! Dış seslerden yoruldunuz mu? Sıkıldınız mı? Enerjinizi mi sömürüyorlar yoksa kafanızı mı karıştırıyorlar? Adı ne olursa olsun, önemli olan size yaşattığı olumsuz ruh hali. Bundan kurtulmanın en iyi yolu, benim gezegenimde sıradanlaştırmaktır. Tıpkı her gün yürüdüğünüz yolun kenarındaki taşlar gibi, dükkânlar gibi… Eve gelir gelmez çantayı kapı girişinde bir yere atıvermek gibi… Öyle basit, öyle sıradan, öyle burnunuzun ucuna düşen gözlüğü bir hamleyle düzeltmek gibi. Yapabilirsiniz! Oluyor, sadece duymak istemediğiniz dış sesi uçuş moduna alın, yeter…

    Bütün bunlar için ise, biz yetişkinlerin unuttuğu bir şeyi yeniden hatırlamamız gerekiyor! Sürecin tadını çıkartmayı… Çocuklarla birlikte bir yere gidiyorsunuz, siz o yere yetişme ya da evden bir an önce çıkma telaşındayken, çocuklar giyinirken oyun oynuyor, bir türlü tek hamlede o ayakkabılar giyilmiyor. Kapıyı kilitlediğiniz an, Piramitlerin sırrına erişmiş bilim adamı gibi mutlu hissediyorsunuz kendinizi. Peki, siz kapıyı kilitlemeye odaklanmışken neden çocuklar hazırlık kısmında eğleniyor? Çocuklar, sürecin tadını çıkartırken, biz yetişkinler sonuca bir an önce ulaşmanın gerginliğini yaşıyoruz. Aslında yazının en başından sonuna kadar anlatmaya çalıştığım sadece bu kadarcık: sürecin keyfini sürmek! Sonuç odaklılık bazılarımız için ciddi bir bağımlılık. Sürecin keyfini yaşadığımızda, kendiliğinden uçuş modunu da devreye sokuyor, dış sesleri de sıradanlaştırıyoruz. Çünkü bazen sonuçlar, süreç kadar mutlu etmeyebiliyor ya da sürecin keyfini iliklerimize kadar sindirebilirken, sonucun sadece o anlık duygusunu yaşıyoruz.

Sonuç bağımlılığından kurtulmuş bir Marslı olarak, sürecin keyfinin tozlarını da size üfledim. Farkındalık düzeyiniz yüksek olsun efendim, keyifli süreçler…



8 Kasım 2016 Salı

ŞAH DAMARI VE D VİTAMİNİ EKSİKLİĞİ


Fizyolojik şah damarımızdan bahsetmiyorum; ruhsal olarak hayata tutunmamızı sağlayan şah damarımız sizce nerede? Yaşama sevincini dinç tutan, yenilgilerin ardına yeniden toparlanmamızı sağlayan ve bitmek bilmeyen mücadelemizi güdüleyen şah damarı! Hayallerimiz. Onlar ki, ister hedeflerimize ulaşmamızı sağlasın, ister mutluluğumuzun sebebi olsun, ruhun canlılığı için tek gerçeklik.

Çoğumuz hayallerimizi, beklentiler, umduklarımız, temennilerimizle karıştırmaya meyilliyiz. Öyle ya en son ne zaman hayal kurmuştuk? Çocukken oyunlarda meslek gruplarıyla mı yoksa gençlikte araba koleksiyonlarında mı? Sanıyorum çocukken ya da ergenlikte, yani bir şekilde hedefimizde sınavlar varken hayal etmek daha kolaydı. Belki de hayalini kurmamız gereken tek şeyin meslek ya da kazanılacak okullarla ilgili olduğunu düşünüyorduk.

Günümüzde yetişkinlerin yaşadığı en büyük boşluğun sebebini hayal eksikliğine bağlıyorum. Evet, tıpkı D vitamini eksikliği gibi ciddi travmalara sebep olan sonuçları var hayal eksikliğinin. Çabuk sıkılıyoruz, sürekli yapacak bir şeyler arıyoruz, telaşlı geçen günlere yetişmek için koşuyoruz. Kime sorsanız, günlerin çok hızlı geçtiğinden dem vurmuyor mu son yıllarda? “Aslında her şeyimiz var da nerede, ne eksik bilemedik” ile devam eden cümleler kahve sohbetlerine eşlik etmiyor mu? İşte, ben o eksikliği hayallere bağlıyorum.

Yıllar geçiyor, büyüyoruz, meslek sahibi oluyoruz, çoluk çocuğa karışıyoruz, belki istediğimiz zamanında hayalini kurduğumuz her şeye yetişkinlikte kavuşuyoruz belki de bir şeyler eksik kalıyor; asgari müştereklerle devam ediyoruz. Ya sonra? Çocuklarımız için, işimiz için, evimiz, ailemiz için bazı güzel niyetlerimiz oluyor, dileklerimiz, dualarımız. Peki ya biz? Kendimiz? Kendimiz için neler istiyoruz? Köşedeki kahvecide bir kahve içmek mi? Bu, kendimize zaman ayırmanın, biraz nefes almanın ötesine geçmiyor. Çocuklar büyüdü, emekli olduk, evimiz arabamız, yazlığımız da oldu diyelim, ya sonra? Bitti mi yani her şey? Bitmeli mi? Sadece çevremizdekilerin mutluluğu ya da maddesel olarak eriştiklerimiz mi hayat?

"Elbette değil!" dediğinizi duydum, kuşlar söyledi! Ölene kadar, ister kısa ister uzun bir hayat sürelim, bizi aslında biz yapan; öz benliğimizi doyuran tek şeyin hayallerimiz olduğunu iddia ediyorum. Çünkü bence insan hayalleriyle var oluyor. Einstein, hayal etmenin bilgiden daha önemli olduğunu savunur, hayata dair notlarında. Walt Disney, her şeyin hayallerle başladığını ve sürdüğünü anlatır röportajlarında.

Hayat bir oyundan öteye geçmiyor. Perdeler kapanmadan, bu oyunun kurallarını bilip iyi oynayanlar kazanıyor. Ama hayallerini diri tutanlar, oyunun tadını çıkartıyor ve en önemlisi hayallerine sıkı sıkıya bağlı olanlar, mücadeleden vazgeçmiyor ve yorulmuyor.

Sizi, ruhunuz için şah damarlarınızı devreye sokmaya davet ediyorum. Şu an nerede ve ne yapıyorsanız, hayallerinizi düşünün, hayal edin. Hayal ettiklerinizi gözünüzde canlandırın. Gözünüzün önünden film şeridi gibi ya da bir kitabın bölümleri gibi geçen hayallerinizle mutluluklar diliyorum.

Hayalsiz insan olmaz, “Hayallerim yok” diyorsanız onları en son bıraktığınız hurcun içine bakın. Emin olun orada, kıyıda kenarda sizi tüm canlılığıyla bekliyor olacaklar. Bugünün telaşında, zihninizi ve ruhunuzu hayallerinize odaklayın.

Şah damarınızın hiç hasar görmemesi ve ruhunuzun D vitaminsiz kalmaması dileklerimle…

6 Kasım 2016 Pazar

BU BAŞLIK SİZİN

Şu aralar en çok nelerle meşgulsünüz ya da nelerle mücadele ediyorsunuz diye sorsam, muhtemelen anlatırken cümlelerin bir ucuna insanların davranışları da takılacaktır. Fazla iş yükünüz vardır, kendinize zaman ayıramıyorsunuzdur, bazı sıkıntılarınız vardır, ara ara boğuluyor gibi oluyorsunuzdur, istediğiniz şeyleri elde edemiyorsunuzdur… Listeye maddeleri ekleyip çıkartmak yine size kalmış. Uğraştıklarınız ne olursa olsun bir yerde “İnsan”a takılıyorsunuzdur. Herhangi birinin sizi anlamadığı, yargıladığı, yanlış anladığı bir kenara; tüm bunların arasında bir de egosu yüksek insan davranışlarına maruz kalıyorsunuzdur. Yüksek ego tanımı buraya ne kadar uygun, bunu bu yazıda tartışmayacağım. Ancak şu aralar, en sık duyduğum, birebir karşı karşıya kaldığım insan davranışları arasında bu “egosu yüksekler”  grubu var. Her ne kadar umursamaz olmaya çalışsanız da, çalışıyorsunuz işte! Hepten yok saymak, görmezden gelmek ister istemez mümkün olmuyor. Çünkü bir noktada bu egosu yüksekler grubunun ekseni ile kesişiyorsunuz.

Size bu grup ne hissettiriyor bilmem ama ben elimde olmadan “nasıl oluyor da bu kadar yükseğe uçulabiliyor?” diye şaşkınlık yaşıyorum. Sanki zaman ilerledikçe bu grubun kalabalığı da artıyor. Vasıfsız bir kalabalık… Fazla gürültülü, fazla sonuçsuz. Fazlaları da siz ekleyin listeye, göreceksiniz ki liste hayli kabarık olacak. Sebebi ister fazla öz-güven, ister yetersizlikleri kapatma çabası isterse de çocukluktan yetişkinliğe taşınmış duygu durum bozuklukları olsun, bizlere hissettirdiği duygular hemen hemen aynı oluyor. Bizdeki durum, bu gruba ait olan insanların yakınlığına ya da iletişim sıklığına göre değişiyor; kimimiz kendisini bir cendereye sıkışmış gibi bile hissedebiliyor.

Madem diyorum, gün geçtikçe sayısı artan bu grubun davranışlarına istesek de istemesek de maruz kalıyoruz, o zaman bir hareket planı çıkartayım; hatta kendi hareket planımı paylaşayım. Daha iyi nasıl hissettiğimi, gerçekte nasıl da onları görmediğimi anlatayım. En azından insanlarla ilgili kısmını: bana kendimi, yani olduğum gibi olan beni değerli hissettiren insanların hayatıma kattığı tınıya kulak kabartıyorum. İşte bu kadar basit!

Öfkemin eninde sonunda sırtıma saplanacak bir bıçak olarak dönmeyeceğinden emin olduklarım var mesela, onların beni sakinleştirici sesini duymak için daha çok çaba sarf ediyorum. Günün telaşında, ötelediğim hayallerimin değerini bana hatırlatanları önemsiyorum. Başladığım bir işte, fazla kaygılıysam “sakin ol” diyen sesi daha iyi duymaya çalışıyorum. Ya da kendi zihnimde olduğundan fazla büyüttüğüm bir olayı, fıkraya çevirip, kahkaha atmama sebep olanları yanımdan, yamacımdan ayırmıyorum. İş makinelerinin çıkarttığı gürültüyü duymamak için yeni bir gürültü oluşturmak değil bu! İş makineleri orada çalışa dursun, iç dünyamdaki sakinliği ön planda tutarak yaşamak bu!

Diyeceğim o ki canınızı sıkan, keyfinizi kaçıran insanlar mutlaka olacaktır; olsunlar da! Keyfinizi yerine getirenler de olacaktır, onlar da olsunlar! İnsana, insan gerek. Ama bazıları var ki -onlar az sayıda – varlığıyla kendinizin farkına vardığınız, aslında kim olduğunuzu çok iyi hissettiğiniz, uzakta da olsanız gücünden güç aldığınız, yetersizliklerinizle ve yetkinliklerinizle siz olduğunuzu anımsadığınız… İşte onlar, onlar hep var olsunlar. Aileniz, dostlarınız, yani sevdikleriniz arasında bu insanların sesini daha çok duymak için mücadele edin. Asıl mücadeleniz, onların sesini yükseltmek yerine, kendi kulaklarınızı onların sesine açmak olsun. Çünkü onlar, tüm detayları anlatmasanız da, hatta konuşmasanız da sizi en iyi anlayanlar.

İnsanla başlayıp, insanla bitirmek; gökyüzü ve yeryüzü gibi bir zıtlık aslında. Ama sonuçta birinden biri olmasa, ötekinin ne olduğunun da bir anlamı olmazdı… İyi ki varız ve hep var olalım.


13 Ekim 2016 Perşembe

25 KURUŞLUK MUTLULUK

   25 kuruşluk mutluluğunuz oldu mu hiç? Ya da daha açık sorayım, 25 kuruşa çocukluğunuzu hatırladınız mı?

   Bir insanın anavatanı madem çocukluğu diyorlar, büyüyünce neden bu çocukluktan uzaklaşıyoruz da “Çocuk gibi hissettim kendimi” diyoruz? Ne zaman unutuyoruz çocukça duyguları? Hangi ara yetişkinlerin acımasız dünyasında kendimizi buluyoruz? Ben bugün 25 kuruşluk mutlulukla, çocukça duygularımı ne zaman unuttuğumu sormaya başladım… Belki siz kendinize sorarsanız bulursunuz. Ben henüz bulabilmiş değilim.

   Mutluluk üzerine konferans veren profesörler, birkaç saatlik konuşmalarında nasıl mutlu olunacağını anlatır oldu. Mutluluk üzerine kitaplar çoksatar, sosyal medyada mutluluğun formülü diye adlandırılan paylaşımlar hızla yayılır oldu. Gerçekten ya hiç kimse mutlu değildi ya da en son ne zaman çocukça mutlulukları yarıda bıraktıklarını hatırlamıyorlardı.

   Tüketiyoruz diye düşünüyorum. Hem de hızla, acımasızca tüketiyoruz… Mutluluk da araya kaynayıp gidiyor. Oysa her şeyden önce mutluluğu elimizde tutmamız gerekiyordu. Bu kadar çok hatasız yaşayalım, eleştirilere maruz kalmayalım, mükemmel olalım derken en büyük hatayı mutluluğu, çocukça mutluluğu çok gerilerde bırakıyoruz. Oysa çocukluğumuza emanet etsek, hep yanımızda olacak mutluluk, göz kırpma aralığında duracak. Ama ne yazık ki biz onu terk etmeyi yeğliyoruz. Öyle telaşlı, öyle yoğun koşturuyoruz ki! Nereye yetişmek istediğimizin bile farkına varamadan, sadece koşmayı önemsiyoruz.

   Çocukken ağız dolusu kahkahayla güldüğünüzü hatırlayın ya da sevinçten deliye döndüğünüzü: neydi o sizi bu denli mutlu eden? Belki bir bayramlık, belki bir bisiklet, belki ilk kez kar görmek, ilk kez deniz kenarında oynamak… Siz söyleyin neydi? Ne birçok insanın yaptığı davranışın yükü omuzlarınızdaydı, ne söyledikleri, ne de düşündükleri… Hayal meyal haberleri izlediğinizi ya da dinlediğinizi hatırlarsınız oyun oynarken. Zaten söz konusu arkadaşlarla oyunsa, aklınıza ne tuvalete gitmek gelir ne de karnınızdaki gümbürtüyü duyarsınız. Bu yüzden sokakta yanınızdan geçen komşunun mahalle çocuklarına dağıttığı kuru ekmeğin tadı damağınızda, kokusu burnunuzdadır…

Bu yüzden 25 kuruşluk minik bir uğur böceği, içinden çıkan şekeriyle onlarca çocuğa mutluluğu yaşatır. Çünkü çocukluk hesapsızdır, maliyet aramaz. Çünkü çocukluk ciddiyettir, merak edip öğrenirken gözleri fal taşı gibi açılır. Çünkü çocukluk adildir, büyük parça ekmeği kapana bir başka çocuk müdahale eder. Çünkü çocukluk korkusuzdur, çekinmeden ağlar, kahkahayla güler. Merhametlidir, oyunda dışlananı mutlaka bir diğeri oyuna çeker. Dürüsttür, süt içmediği için madalya alamayacağını güvenle ifade eder. Unutur, kin tutmaz, affeder. Cesaretlidir, sevdiği her şey için “Seviyorum” der.


   Madem diyorum hepimiz çocuktuk, neden çocukluğumuzun samimiyetini unuttuk? Hatırlamak isterseniz eğer, bence yapacağınız şeyi biliyorsunuz : çocukça duyguları hatırlatan, mutluluğu emanet ettiğiniz yerden bugüne taşımanızı sağlayan her şeyle ve herkesle oyuna devam edin!

7 Ekim 2016 Cuma

ŞAŞTIM, KALDIM!

    Aslında çok başka bir konuyu yazayım diye günlerdir üzerinde düşünüyordum. “Ego Savaşlarını” yazacaktım, saklamaya gerek yok! Ara ara notlar alıyor, gün içerisinde bazı cümleleri zihnimde toparlıyordum… Bir tek kelime, ego üzerine yazacaklarımı uzayın boşluğuna fırlattı desem? Belki de bir kuyruklu yıldızın peşine takılmış gidiyordur, bilmiyorum.

    “Şaşırmak” kelimesinden türemiş bir başka kelimeyle, ego konusu yerini tatlı bir şaşkınlığa bıraktı.

    “Şaşkın, şaşkınlık, şaşırmak ve şaşırtmak” kelimeleri teker teker kızıl toprak üzerinde hayat buldu. Şaşkınlığımı gizleyemediğim konuları düşünüyorum iki gündür. Şaşırdığım olayları, beni şaşırtan insanları hatta bazı şaşkın durumlarımı… Kimi duruma gülüyorum, kimine sinirleniyorum, kimi için üzülüyorum. Neye şaşırırsam şaşırayım, bana yaşattığı duygu farklı oluyor. Oysa tek bir kelimenin bir insana yaşatabileceği farklı duyguları genelde daha duygusal bir kelimeye bağlarız değil mi?

  Yanınızda üçüncü kişiyle ilgili atıp tutan birini, o kişiyle samimi bir şekilde konuşurken gördüğünüzde; adil olmaktan, eşit davranmaktan dem vuranın yanlılığına rastladığınızda; beklemediğiniz bir anda ummadığınız bir cümleyle karşı karşıya kaldığınızda karşılığı olan tek bir kelime var : “Şaşırmak”. Her ne kadar farklı duygular yaşatsa da…

    Bu tek kelimenin bende oluşturduğu sevinç, hayal kırıklığı, kahkaha, gözyaşı, öfke, merhamet kısaca tüm duygu yelpazesi aslında insan olduğumun, dahası insan kalabildiğimin tek kelimeyle özeti değil mi?

    Sadece insanların bazı davranışlarına maruz kaldığımızda mı şaşırıyorduk? Hayatın kendisi de başlı başına, o tek kelimeyle onlarca duygunun içine bizi karıştırmıyor muydu? Hayallerimizin önüne setler çekildiğinde, beklentilerimiz gerçekleşmediğinde, her şey yolunda giderken aniden bir elin her şeyi alt üst etmesiyle de karışıyorduk. Hep olumsuzluklar değil oysa bizi şaşırtan durumlar değil mi? Doğum gününüzde hediyelerin gelmesi, tatlı tatlı mesajlar okumanız sizi mutlu eden güzelliklerden biri. Ya doğum gününüz haricinde bir günde sürprizlere, hediyelere boğulursanız? Ardı ardına güzellikleri yaşasanız? Bu kendiliğinden gelen doğum günü sizi şaşırtmaz mı?

    Duyguların yetenekle kuvvetli bir bağı vardır. Aşk, öfke, nefret, kaygı, hayal kırıklığı, kıskançlık, korku, merak, sevinç, özlem, şefkat ve sizin ekleyeceğiniz tüm duygular yetenektir. Her insan aynı düzeyde kıskanamaz, korkamaz, özleyemez, aşık olamaz, sevinemez, kaygılanamaz. Tüm duyguları farklı düzeylerde yaşamamızın o duyguya dair yeteneğimizle doğrudan ilgisi vardır. O zaman ben bu durumu değerlendirerek, şaşırmanın da yetenekle ilgilisi olduğunu Aristo sever birisi olarak söyleyebilirim size. Yani “Hayat acıdır, biber de acıdır, o zaman hayat biberdir” dediği gibi Aristo’nun; şaşırmak da yetenektir, şaşırtmak kadar! Duygular insan kalabilmenin en önemli kıstasıysa, herkes aynı düzeyde insan kalamıyor demektir…

Dünya Gülümseme Gününde hepimiz için en güzel temennim, en güzel şekilde insan kalabilmemiz. Şaşırıyor ve şaşırtıyorsanız, kıymetini bilin derim.


7 Eylül 2016 Çarşamba

AYNILIKLAR

Yıllar önce, ülkemizin değerli psikoloji profesörlerinden birinin bir anısını dinlemiştim. Zihnimdeki bir sürü cümleden dolayı boğulmak üzereyken aklıma geldi. Amerika’ya doktora yapmaya giden hocamız, çalıştığı üniversitede yabancı bir öğretim üyesi ile güzel bir arkadaşlık kurmuş. Öğlen yemekleri, çıkışta bir kadeh içki, kahve sohbetleri günler bir birini kovalamış. Konuştukları her konuda hemfikir olduklarını görmüşler. Böyle üç ay, beş ay, altı ay boyunca sürmüş sohbetleri, arkadaşlıkları. Bir gün hocamızın bu ortak görüşleri paylaştığı meslektaşı : “ Artık bu kadar sık görüşmesek!” demiş. Düşünsenize, aynı fikirde olduğunuz, birlikte sohbet etmekten keyif aldığınız bir insan aniden size çok sık görüşmek istemediğini söylüyor. Şaşırmaz mıydınız?

Hepimiz “Ben nerede yanlış yaptım?” edasında bir Kayahan şarkısını dilimize dolarız diye düşünüyorum. Böyle durumlarda ilk aklımıza gelen “Onu kıracak bir şey mi yaptım?” olmaz mı? Aynı dünya görüşüne sahipken, ortak fikirleri paylaşıyorken bence evet, ilk aklımıza gelen bu cümleler olur. Yanılmadınız! Hocamız da aynı şekilde düşünüp : “Seni fark etmeden kırdım mı? Herhangi bir hatam mı oldu?” demiş. Anlaşılan o ki buraya kadar bizim düşünce tarzımızda da bir hata yok. Peki, bizim değerli hocamıza, soğuk duş etkisi yapan bu uzaklaşmanın sebebini nasıl açıklamış meslektaşı sizce?

“Görüyorum ki hemen her konuda birbirimizle aynı fikirdeyiz. Benim senden öğrenebileceğim farklı bir şey yok. Zaten aynı düşüncede olduğum, kendisinden yeni şeyler öğrenemeyeceğim bir insanla da bu kadar sık görüşmeme gerek yok.” demiş.

Hocamız, ilk başta kulaklarına inanamamış, belki kendisine bu bakış açısı anlamsız gelmiş. Ama daha sonra meslektaşının bizim alıştığımız dostluk ilişkisine göre değil, çok bambaşka bir boyuta göre iletişim kurduğunu anlamış.

 Farklılıklar hayata renk katar denildiği gibi, farklı bakış açıları da insana yeni ufuklar açar. Evet, belki her zaman insanlarla kurduğumuz iletişim bu görüşü desteklemiyor olabilir. Bazen aynı pencereden bakmak önemliyken, bazen de farklı pencerelerden bakarak farklı manzaralar görmek önemli oluyor.

Bu durumun keskin çizgileri, yazılı kuralları yok. Olmasın da aslına bakarsanız. İletişimde esnekliğin önemli olduğunu vurgulamaz mı zaten uzmanlar? Burada sanırım insanın nelere ihtiyaç duyduğu, neye ulaşmak istediği de vurgulanıyor. Farklı düşüncelerde, farklı alanlarda birikimleri olan insanlardan oluşturacağımız pencereden dışarı bakmak da ayrı bir keyifli olacaktır sanıyorum. Aynı konular ve bu konular üzerinde aynı döngüdeki paylaşımlar bir süre sonra hem sıradanlaşıyor hem boğuyor.

Aynı bakış açısı, aynı konular, aynı düşünceler arasında aslında daha mutlu olmuyoruz. Belki kendimizi daha güvende hissedebiliriz evet ama sanki biraz da boğuluyoruz. Hatta belki bir zaman sonra aynılıklar daha vahim bir duruma gelebiliyor.

Şu aralar aynılıklarla kuşatılmış olsanız da aynılıklardan sıyrılmaya ne dersiniz? “Peki, ama nasıl?” diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Kendi adıma ben, şu aralar üzerinde sıklıkla konuştuğum konuları değiştirmekle ve sıklıkla dinlediğim konulara kulaklarımı tıkamakla işe başlıyorum. Belki bayram tatilini Mars’ta geçiririm bilmiyorum.

Ufkunuzu geliştiren insanlarla karşılaşmanız dileklerimle. Bu insanlara zaten sahipseniz ne mutlu size!



31 Ağustos 2016 Çarşamba

ENERJİ PANELLERİ VE EYLÜL


Eylül kokusu okul tozuna karıştı bir kere! Okul tozu hafif hafif boğazımızı gıdıklarken, Eylül mis gibi yenilenmenin heyecanıyla ciğerlerimize doluyor.

           Siz de benim gibi Eylül sevenlerden misiniz?

       Yazın telaşsızlığını da seviyorum elbette. Alarm kurmadan uyanmayı, bedenin dinlenmesini, zihnin sadece günlük konuları düşünmesini seviyorum, denizi, güneşi saymıyorum bile. Rutinden kurtulup yeni yerlere gitmenin keyfini de yazmayayım. Peki ya ruhun tatili? Telaşın arasında mı yoksa sakinlikte mi dinleniyor ruhunuz? Daha doğrusu öğrenmek istediğim yenilenebilir enerji kaynaklarınız. Yorgunluktan parmak ucunuzu bile hareket ettiremeyeceğiniz anlarda, tamamen kendinizi tükenmiş hissettiğinizde nasıl topluyorsunuz ruhunuzu?

       Sonbahar ruhu toparlamanın sanki en güzel zamanıdır. Her Eylül, birçoğumuz yeni planlar yapar, yeni kararlar alır. Belki listeleriniz bile vardır. Öncelikler sıraya konulur. Geçen kışın hataları bir süzgeçten geçirilir. Yapmayan var mı aramızda? Bilmiyorum. Alışveriş merkezlerinde, marketlerde, sosyete pazarlarında bile her yer rengârenk okul malzemeleriyle dolar taşar. İşte Eylül’le bağdaştırılan yenilenme, sokağa adımınızı attığınız bir yerlerde gelir sizi yakalar. İşte bu yüzden sokaktaki yenilenme heyecanını okula giden çocuğu olmasa da birçok insan hisseder. Birçoğumuzun defter kalem alası tutar. Doğa da yenilenmek için bir dönüşüme başlar. Kastettiğim Eylül kokusunu ve okul tozunu şimdi ciğerlerinizde hissettiniz mi? Peki ya sizin yenilenme döngünüz nasıl gerçekleşiyor? Telaşın, işin, günlük hayatın içine dalıverip, tatil, deniz, kum güneş bir kenarda kalıyor mu? Her şey iyi ama bu yenilenmenin heyecanının kısa sürdüğünü de düşünüyor musunuz hiç? Düşünmeyin! Hemen zihninizi ve ruhunuzu toparlayın. Nasıl mı?

    Bu Eylül, yenilebilen enerji kaynaklarınızın bakım onarımını yapın. Onları kışın sert günlerine hazır bir konuma getirin. Yorulduğunuz an, nefes almak istediğinizde hooop yanınızda oluversin. Bazen gözünüzü kapatıp minik bir göz kapağı sihriyle karşınıza getirin. Merhaba “Gülücük!”.

    Nedir bu insana dair yenilebilir enerji kaynakları derseniz; kendinizi yeniden dinç hissetmenizi sağlayan, yüzünüze gülücük konduran ne varsa ben onların bütününe yenilenebilir enerji kaynakları diyorum. Kahve bardağımın üzerine “Mars Tozu” yazdırabileceğim kahvecide kahve içmek, kendimce “Mola” diye adlandırdığım insanlarla birlikte olmak, sessiz bir köşede kitap okumak, belki biraz yazmak, kebap yemek… Kendi yenilenebilir enerji kaynaklarımı daha çok sıralayabilirim. Kendi adıma, sadece kendim için, sadece benim bildiğim ve sevdiğim her şey ve herkes benim değerli yenilenebilir enerji kaynaklarımdır. Tıpkı farklı bir yörenin pazarında, yöresel ürünler tezgâhlarından alışveriş yapıp, o güzellikleri evinizin bir köşesine yerleştirmek gibi… Güzel anıları biriktirmek gibi…

   Biraz kaynaklardan alınan enerji, biraz Eylül kokusu ile ruhunuza mutluluklar diliyorum. Kış gelebilir o zaman!
               

                

23 Haziran 2016 Perşembe

S+V+OBJ VE KALIP İNSANLAR

     “Yarın” kelimesi size ne ifade ediyor? Geleceği mi? Ben size “yarın” kelimesinin geleceği ifade etmediğini, aksine geçmişi ifade ettiğini söylesem? Zamanı tanımlayan bu kelimeye farklı bir anlam yüklemeden, derinliğine inmeden tamamen geçmiş anlamında kullanarak üstelik? Çıldırdın mı? Ne demek istiyorsun dediğinizi duyar gibiyim. Evet, iki küçük çocuğa göre bu kelime, “dün” olarak kullanılıyor. Herhangi bir sorun var mı? Bence yok, nasılsa zamanı geldiğinde bu iki kelime yerinde kullanılacak. Bir sonraki ve bir önceki gün kavramlarının doğru kullanıldığını gördükten sonra kelimelerin karmaşasına takılmamak gerekiyor.

    Gelelim başlığa; S+V+OBJ, birçoğumuzun yabancı dil öğrenirken aşina olduğu kalıp ya da formüldür. Öğrenim hayatımızın bir kesitinde mutlaka bunlarla karşılaşmışızdır.  İfade etmeye çalıştığımız neredeyse her durum için bu formülle yola çıkmışızdır. Önce kuralları bilelim ki, sonra bu kurallara göre cümleleri kurarız, öyle değil mi? Değil! Baştan sonra değil hem de! Bu formüle göre, bir dil öğrenilseydi ( gerçek öğrenme), bilgisayarlardaki sistem gibi tıkır tıkır bir sürü dil kullanıyor olurduk! Bir dili kullanmak, hatta yaşamak ile o dili öğrenmek bir birinden çok farklıdır.

    Dili kullanmaktan kastım, sevginizi ifade etmeniz, hoşlanmadığınız bir durumu belirtmeniz, yanlış gelen bir yemeği değiştirmeniz, havaalanında karışan valiziniz için yetkililere köpürmeniz ya da yürürken birine çarptığınızda özür dileyebilmenizdir. Bu örnekleri gün içerisinde ihtiyaçlarınıza göre arttırabilirsiniz. Yani dil, hayat gibi dinamiktir. Bazen bir durumda “biz henüz bu konuyu öğrenmemiştik ama!” dersiniz. O öğrenmediğiniz durumlarda, şimdiye kadar size öğretilen kalıpların kurtarıcı olmadığını anlarsınız, birden tüm kalıplar sıfırlanır. İşte o zaman da şimdiye kadar öğrenmiş olduğunuz kelimelerle, kalıpların dışında bambaşka cümleler kurarsınız. Elbette kalıp insan değilseniz!

    Bir dil öğrenmek, hayatı yaşamanın ta kendisidir. Ummadığınız bir anda, aşil topuğunuzdan vurulduğunuzda, sisteminiz yeni bir baş etme yolu çıkarır karşınıza. Ya da neyle karşılaşacağınızı bile bile yola devam ettiğinizde, daha önce hiç fark etmediğiniz bir mola yerinde durur, keyfini çıkartırsınız. Elbette kalıp insan değilseniz!

    Keyfini sürmek de, yeni bir mücadeleye girmek de, baş etme yollarında yeni keşifler de kalıp insanların bilemeyeceği durumlardır. Onlar, böyle durumlarda daha önce ezberlediklerini uygulamaya çalışırken, sadece belli sonuçlara odaklanarak, süreci kaçırırlar. Oysa bazen, sürecin yaşattığı mutluluk, hüzün, acı, sonuçtan daha güzeldir.

    Dil, hayattır. Hayat, tüm evrenle ve evrenin her zerresiyle etkileşimdir. Bazen bir zerre, etkileşim halinde olduğunuz tüm evrene ışık saçabilir ya da o evreni alt üst edebilir. Sonuç size ne hissettirirse hissettirsin, kendi evreninizde yaşadığınız duyguların tadını damağınızda hissediyorsanız, yani gözyaşınızı saklamıyor, kahkahanızı kısmıyorsanız, siz kalıp insan değilsiniz! Yaşıyorsunuz!

11 Haziran 2016 Cumartesi

BALONLAR VE KUM TORBALARI

    Kapadokya'da hiç sıcak hava balonuna bindiniz mi? Benim henüz öyle bir hikayem olmadı. Fırsat olsa sıcak hava balonuna binme cesareti gösterir miydim? İnanın, bilemiyorum. Biraz ürkütücü geldiğini itiraf etmeliyim. Sabahın çok erken saatlerinde, büyülü Kapadokya manzarasını bir balondan izleme fikri bile kalbimin sıkışmasına sebep oluyor.

    Beni ilgilendiren, onlarca metre yükseklikten büyülü Kapadokya manzarasını  bir balonda izlemek değil de, o balonun etrafındaki kum torbalarının ne zaman ve nerede işe yaradığı. Balonun içinde, gökyüzünde süzülürken ( diğer tüm balonlarla beraber), aşağıda görebileceğim manzara ya da süzüldüğüm o an ne kadar yaşanmaya değer olursa olsun, o kum torbaları da bizimle beraber uçmayacak mıydı? İhtiyaç olsa da olmasa da, balonun etrafında bizimle birlikte, gittiğimiz her yere gelmeyecek miydi? Ne zaman rahatsız ederdi kum torbalarının balonun etrafında oluşu da onları atardık?

    Öyle sanıyorum ki beni tanıyanlar konuyu nereye getireceğimi tahmin ettiler. Evet, yüklerimize, sorumluluklarımıza, mecburi işlerimize, üzüntülerimize, acılarımıza, telaşlarımıza, gerginliklerimize... Ve sizin de okurken eklemek istediğiniz her kelimeye...

     Gökyüzünde süzülen tüm balonlar, birbirine çarpmadan, kendi sistemlerini de bozmadan uçmalıydı; uçmalıydı ki bir ahenk oluşsun. Balonların içinde yeterli sayıda insan olmalıydı, fazlası balonun uçuşunda sorun oluştururdu. Balondan tüm manzara görünmeliydi ki böyle bir deneyim yaşanmaya değer olmalıydı. Buradaki deneyimin romantik bir anı olarak zihinde yer etmesini etkileyecek hava koşulları ve rüzgarın yönü de iyi hesaplanmalıydı. Ancak, bir balon uçuşunda bazen her şey hesaplandığı ya da kontrolde tutulduğu gibi gitmezdi, öyle değil mi? Bazı acil durumlarda, kum torbaları aşağıya bırakılmak zorundaydı.

    Şimdi kum torbalarının aşağıya bırakıldığı ya da bırakılması gerektiği zamanları nasıl anlıyorsunuz? Size soruyorum! Kendi hayatlarımızı birer sıcak hava balonu olarak düşündüğümüzde, hangi durumlarda kum torbalarını rahatça uçtukları yerden alıp, hızla aşağıya atıyorsunuz? Tehlikenin en son anında mı yoksa tehlikeli olabilir diye düşündüğünüz zamanlarda mı?

    Mutlu olduğumuz durumlar ne kadar göreceli ise, mutsuz olduklarımız da ayrışıyor aslında birbirinden. Benim "yoruldum" dediğim an, belki sizin için çoktan tükendiğiniz bir andır. Ya da bir başkasının "ben bununla baş edemem" diyerek tükendiği bir an, benim için bir başlangıç bile olabilir. Ağrı eşiği gibi: hayatı yüklenmek ya da o yükü taşıyabilmek. Bence tüm bu farklılıklar arasında önemli olan, tüm yükleri nasıl taşıdığımız, yani baş edebilme yöntemlerimiz. Aslında bir de bu yüklere karşı bağlılık düzeyimiz ki bu da belki başka bir yazının konusu olabilir. Sadece bazı insanların üzülmeye ya da yorulmaya meyilli olabileceklerini anımsatayım isterim size.

    İster manzara seyretmek için, ister romantik bir an yaşamak için, ister yaşam deneyimimize bir anı daha eklemek için balonla uçmak isteyelim, sebebi ne olursa olsun hiç fark etmez; yük olarak hissetiğimiz an kum torbalarını salıvermek önemli olan.İşte o zaman uçuş daha sağlıklı olacaktır. En azından güzel bir uçuş deneyimi için riskleri azaltmış olacağız.

    Kum torbalarını salıverme tarzınızda, önceliklerinize göre yüklerinizi hafiflettiğinizi düşünelim: yani öncelikle hangilerini atmak istersiniz? Birden fazla kum torbası ile dolaştığımızı düşünüyorum şu dönemde. Bazen sadece günün 24 saatine yetişebilme çabası bile başlı başına bir kum torbası oluyor. Can alıcı kısım ise o kum torbalarını bilerek ve isteyerek mi taşıyoruz, yoksa olmazsa olmazlar olarak mı sunuluyor bize? İşte bunun ayrımına varmak bile hayatınızdaki bir kum torbasını atmanızı sağlıyor.

    Size yük olan, her bir kum torbasını düşünün; bazen uçmak için yükleri hafifletmek gerekiyor. En azından bir kaç tanesini bıraktığınızda, daha keyifli bir hayatı yaşamaya başlıyorsunuz. Daha az yorulmak, daha az düşünmek, daha az sorumluluk almak, daha az koşturmak daha çok nefes almak demek!

Keyifli uçuşlar dilerim.


5 Haziran 2016 Pazar

ANTİK KENT



     Dünyanın herhangi bir yerinde, antik kent gezerken neler hissederdiniz? Yıkık dökük taşların, belki de temeli kalmış evlerin, sular altındaki iskelelerin üzerinde dolaşırken diyorum, aklınıza neler geliyor?

    Kentin neden yıkıldığı mı? Yoksa bu zamana kadar kentin nasıl ayakta kaldığı mı? 

    Daha doğrusu asıl sormak istediğim şu; siz de benim gibi boyut değiştiriyor musunuz gezerken? Acaba diyorum, onların da pes ettiği zamanlar olmuş muydu? Ya da çok yorulup, bunalıp hayatın anlamını aradıkları zamanlar? İnsanoğlu var olduğu ilk günden bu yana, varoluşunun sebebini hep sorgulamış mıydı? Nelere üzülmüşlerdi, nelere sevinmişlerdi? Var oluşumuzdan bu yana madem duygular hiç değişmemişti, onlar nasıl baş edebilmişlerdi? Bilmiyorum...
     
    Bizim yıkıntılar arasında dolaştığımız yerlerde, bir zamanlar birileri neşeyle yürümüş, koşarken düşmüş ya da pazardan aldığı elmayı düşürmüş olabilir miydi? Unutuyorlar mıydı mesela? Unutmak için uğraşıyorlar mıydı? Ya da tam tersi hatırlamayı nasıl başarıyorlardı? Paradoks...

    Oysa biz şimdilerde paradoksu, korkuları yenmek için kullanıyoruz. 
     
    Jetgiller'in yaşadığı hayat nasıl şu an bize çok uzak gelmiyorsa sanırım antik kentlerin insanları da şu andan çok eski bir tarihte kalmış olamaz. 

    Aslında ne kadar kısa bir zaman diliminde yaşıyoruz öyle değil mi? Bir gün bizim de yaşadığımız şehirlerin yıkıntıları üzerinden birileri geçerken belki aynı duyguları hissedecek ya da aynı soruları soracak, kim bilir? 

    Demem o ki, hayat, hayatın anlamını sorgulamaya müsaade etmeyecek kadar kısa ve bizler tüm insanlığın zaman çizgisinde aslında birer hiçiz. Bütün bu sorgulamalara ayıracak vaktimiz yok aslında! An dediğimiz o iki harfli ama evrenselliğinde sonsuz anlamlı kelime, kendi içerisinde yüzyılları barındırıyor. Var oluşumuzu, var oluşumuzun anlamını ve hayatın kaynağını...

    Neyi yaşıyorsak o anda yaşamalı ve tüketmeliyiz. Ağlıyorsak, göz yaşının; gülüyorsak kahkahanın; öfkenin, hüznün, neşenin, dalgınlığın, dağınıklığın ya da serzenişin... Özgürlük, belki de an içinde yaşadığımızı sonuna kadar tüketebilmek! 


    Antik kentlerin insanları ne kadar özgürlerdi? Ya siz, siz ne kadar özgürsünüz?
 

26 Mayıs 2016 Perşembe

Leblebi tozu değil, yıldız tozu değil, bildiğiniz Mars tozu... Çünkü insan bazen tanımlanan tüm sıfatların da ötesinde hissedebiliyordu. Bunların ötesinde yeni bir tanım gerekiyordu. Ben, tüm bu tanımlara çok uzak bir yerden seçtim yenilikleri yazmayı. Hepimiz aslında bilinmeyen bir dünyayı içimizde yaşatıyorsak, neden o dünyaların tozlarını da alışageldiğimiz dünyaya serpiştirmeyelim ki?