14 Aralık 2017 Perşembe

ÇOCUĞUNUZ EMEKLİ OLDUĞUNDA NE YAPSIN İSTERSİNİZ?


“Çocuk büyüdü, okulu bitirdi, meslek sahibi oldu da iş emekliliğine mi geldi?” diye sorabilirsiniz. Hatta “Çocuğum emekli olduğunda ben hayatta olmam! Benden sonra ne yaparsa yapsın artık!” diye gülebilirsiniz.  Okul dışı zamanlarda çocuğunuzun yapabileceği etkinlikleri planlarken, çeşitli spor ve sanat aktiviteleri için zaman ayırırken, dahası bütün bunlar için kendinize ayırdığınız zamandan bile çalarken, çocuğun emekliliğini neden düşünmeyelim?

Bütün İyiler Biraz Küskündür kitabının yazarı Nilay Örnek, uzun bir süre önce sosyal medya hesabından bir paylaşımda bulunmuştu. Yazar Haruki Murakami’nin plak koleksiyonun bir fotoğrafıydı paylaştığı ve altına şöyle bir not düşmüştü : “Bir şeyi iyi yapanlardan fazla saygı duyduğum bir şey varsa o da, bir işi iyi yaparken nitelikli hobisi olanlar.” Nilay Örnek’in bu paylaşımı, bu konunun yazı haline bürünmesini tetiklemiştir. Kendisiyle aynı görüşte olmam bir yana, üzerine düşünüp yerine göre “keşke daha çok insan…” diye dert edindiğim bir noktayı vurgulamıştı, çok yaşasın!

Çocuklarımızı hangi sebeple okul dışı aktivitelere yönlendiriyoruz? İç sesiniz olarak başlıyorum: “ Enerjisini doğru yöne aktarsın, kötü alışkanlıklar edinmesin, farklı sosyal ortamlarda bulunsun, yeteneği olan alanda daha fazla uğraşsın, kendimize biraz zaman ayıralım çocuk aktivitedeyken, evde baş edemiyorum biraz evden uzaklaşsın, sıkılıyor, çevremdeki herkes çocuğunu bir yerlere götürüyor benimki eksik kalmasın, zaten sürekli derslerle iç içe çocuk biraz rahatlasın …” diye uzar gider bu liste. İnanır mısınız, hepsi doğru cevap! Hiç birinde yanlış bir taraf yok. Bu sorunun içerisine sakladığım, asıl önemli olan kısım, çocuğunuzun yaptığı aktivitenin ya da aktivitelerin uzun soluklu mu kısa soluklu mu olduğu. Herhangi bir spor dalı ile ilgileniyorsa veya sanat, çocuğunuzun bunu ne kadar ve ne ölçüde devam ettirmesini istersiniz? Bunu değerlendirirken, çocuğunuzun devam ettiği aktiviteyi sevdiğini, bu aktiviteyi yapabildiğini düşünerek yazıyorum bunları. Örneğin, siz çocuğunuzun piyano çalmasını çok istiyorsunuz, şehrin en iyi öğretmeninden ders aldırıyorsunuz ama çocuk ağlayarak gidiyor, mızmızlanıyor, ev çalışmalarını aksatıyor ya da severek gidiyor da bir ilerleme kaydedemiyor; bu durumlar farklı bir yazının konusu.

TDK Büyük Sözlük şöyle açıklıyor; Hobi : İng. hobby Uğraşı: “Meslek dışında biricik merakı, kendi tabiriyle hobisi fotoğrafçılıktı.”-H.Taner.  Uğraşı: 2) Görev ve meslek dışında severek yapılan, dinlendirici, oyalayıcı uğraş, düşkü, hobi. İngilizceden dilimize geçtiğine göre, hiç üşenmedim, bir de Webster’s sözlükten baktım, o da şöyle diyor; boş zamanlarda yapmaktan ya da çalışmaktan keyif alınan uğraşı ya da meşguliyet.

Çocuğun bugün nitelikli bir hobisinin olması, onun emekliliği için yaptığı en büyük yatırımdır diyorum ben de, Nilay Örnek’in paylaşımına ek olarak. Çocuklarımızın eğitim ya da mesleki gelecekleri için kaygılanırken, işsiz kalabileceklerinde nasıl kazanç sağlayacakları ya da emekli olduklarında kendilerini işe yaramaz hissedebilecekleri aklımıza geliyor mu? Ne dersiniz?  

Hobiler, sözlüklerde “boş zamanlarda” tanımlamasıyla yer alırken, bu zaman dilimlerinin keyfe keder gerçekleştiğini düşünmüyorum. Hobi bir disiplin ister (öznel görüş tabii). “Kitap okumaya zamanım yok.” diyen biri ile kitap okumayı nitelikli bir hobi haline getirmiş bir insanın belli bir disiplin içerisinde okuduğunu, her gün okumaya belli bir süre ayırdığını biliyoruz. Yani çocuğunuz, hem devam ettiği aktiviteyi yapabiliyor, hem keyif alıyorsa, o disiplin muhtemelen kendiliğinden yerleşiyordur. Böylece geleceğini de garanti altına alıyor!


Nitelikli hobisi olan insanlara sevgilerimle! Dilerim ki pek çok çocuk nitelikli birer hobisi olan yetişkinlere dönüşür.
Görseller: Rahmi Koç Müzesi

14 Kasım 2017 Salı

KAYGININ GÜLÜMSEYEN YÜZÜ: ÖSTRES


        

Bugüne kadar kaygının hep ürküten taraflarını okuduysanız ya da yaşadıysanız, bugün sizi biraz gülümseteyim. Yüksek düzeyde kaygının yaşam kalitemizi düşürmesinin aksine, belli oranda kaygının da hayatımıza kattığı olumlu yanları var. Yaşam enerjisi, problem çözme becerileri, karar verme hızı, tedbir durumları ve hatta liderlik yeteneğine etkisi… Kaygı, hepimizi olmasa da pek çoğumuzu aslında ışıldatıyor. Şaşırdınız değil mi? Bugüne kadar stresin, kaygının aslında kötü bir şey olduğu vurgulanırken, ben çıktım ve kaygı birçoğumuzda iyi bir şeydir diyorum. Arada bir huni ile dolaşsam da bunu bir süredir okuduklarımdan derleyerek söylüyorum. Yalnız özellikle vurgulamak istediğim bir durum var: burada bahsi geçen yüksek düzeyde kaygı değil. Eğer hayatınızı etkileyecek düzeyde kaygılıysanız, bir uzmandan destek almanızda fayda var.

Kaygı, günlük hayatımızda bazen bize tehlike sinyalleri vererek, tehdit içeren durumlara karşı uyarıcı bir özellik taşıyor. Böylece ortaya çıkan olumsuz koşullarla baş edebilmemizi sağlıyor. Diyelim ki yolda yürürken biraz ilerde kavga eden insanlar gördünüz, toplanan kalabalık, yükselen sesler size orada tehlikenin boyutlarına dair ipuçları veriyor. Tehlikenin büyük olduğunu fark ettiğiniz anda, yolunuzu değiştirmez misiniz? İşte gözle görünmez sorunlarda da kaygı düzeyiniz devreye girerek sizi oradan uzaklaştırıyor. Ayrıca size zarar verebilecek durumları da daha açık bir şekilde görmenizi sağlıyor. Kaygı hissiyatımıza sağlık o zaman, değil mi?

Motivasyonu besleyen nedenlerden biri de kaygı diyor değerli uzmanlar. Bir konu üzerinde çalışmaya devam edebilmek, bir sorun oluştuğunda üstesinden gelebilmek için çaba sarf edebilmek, tatlı kaygımız sayesinde oluyor. Bunu sadece hislerimizle de yapmıyoruz üstelik! Hormonlarımız da devreye giriyor: Kaygı durumunda ortaya çıkan fizyolojik belirtiler –kalp atışında hızlanma, gözbebeklerinin büyümesi, nefes alış verişinde düzensizlik gibi – adrenalin hormonunun salgılanmasını sağlıyor ve bu da bizi daha güçlü hale getiriyor. Yani bedenimiz de bize “daha güçlü olup, savaşabilmen için destek timi devrede!” sinyali veriyor. Bunun yanı sıra, endorfin, seretonin ve dopamin hormonları düzeyinde artışa sebep olarak, sakin kalabilmemiz için bize uygun ortamı oluşturuyor. Böylece hayata dair motive oluyor ve heyecanımızı koruyoruz.

İnsan ilişkilerinde de şaşırtıcı etkilerle karşı karşıyız! Liderlik özelliği olan insanların da kaygılı oldukları, üstelik bu sayede empati düzeyi daha yüksek, dikkatli ve hızlı karar veren, harika problem çözücüler olarak işlerini yönettikleri görülüyor. Tabi kaygılı insanların utanç duygusuna sahip olması, diğer insanlara karşı güvenilir olduklarını da gösteriyor.

Gelelim en önemli noktalardan birine: SINAV KAYGISI! Aşırı olmadığı sürece başarıyı tetiklediğini ve başarısız olma ihtimalini ortadan kaldırdığını söylesem! Sınavlardan önce kaygınızı sevin, çünkü sizi olası olumsuz durumlardan koruyacak. Pamuklara sarıp “Ah sen ne sevimli şeymişsin kaygı.” dediniz mi içinizden? Rahatça söyleyin ve gülümseyin, kaygının hayatınıza kattığı güzellikleri düşünün. Hayatımızı renklendiren bu durum İngilizce “Eustress”, Türkçe Östres olarak ifade ediliyor. Ben bu duruma “Sempatik Stres” demeyi tercih ettim kendimce.

Okuduklarımdan yola çıkarak, benim de Sempatik Stres durumlarına eklemek istediklerim var. Günlük hayatımızda, sabah uyandı
ğımız andan gece uyuyana kadar pek çok karar veriyoruz. Bu kararların bir kısmı farkına bile varmadığımız basit işler olduğu gibi bazıları da bizde ciddi stres oluşturuyor. Karar vermenin bir boyutu da problem çözme becerilerimizle ilgilidir. Karşılaştığımız sorunlarla baş edebilmemiz, doğru ya da yanlış kararlarla sorunların üstesinden gelebilmemiz, dünyanın ilk insanlarından beri var olan bir durum. Hangi şartlarda yaşıyorsak yaşayalım, ilk insanın hissettikleriyle aynı duyguları yaşıyoruz. Kaygı olmasaydı, her şey tekdüze olmaz mıydı? Östresin bu kadar iyi tarafları da varken, neden çocuklarımıza çok rahat edebilecekleri, sıkıntı yaşamayacakları ortamlar oluşturmaya çalışıyoruz ki? Gelecekte problem çözmelerine gerek kalmayacak diye mi düşünüyoruz? Gün içerisinde kaç sorunla baş etmek zorunda kaldığınızı listelerseniz, bunun bir hayal olmaktan öteye geçmeyeceğini de göreceksiniz. Bazı durumlarda utansın, düşünsün, karar verebilsin, sorunları çözebilsinler.

Dünyanın düzeninin sağlıklı devam etmesi, doğanın dengesinin bozulmaması, enerjimizin, heyecanımızın tükenmemesi için: YAŞASIN SEMPATİK STRES!






6 Kasım 2017 Pazartesi

BİREYSELLİK VE BENCİLLİK ARASINDAKİ UÇURUM



Doğduğunuz şehirden yıllardır uzakta yaşıyorsanız, sizi o şehre gittiğinizde içten içe güldüren hatırınızı yoklayarak başlayalım mı?

Çocukken yemek yeme sorunum bütün aileyi derde düşürmüş. Azıcık yemek yiyorsam, yemeğin içerisine ne ekleseler de farklı vitaminleri de alsam diye şaşırırlarmış. O bir kaşık için ağzımı açmazmışım bile. Annem okula gittiğinde babaannemle kalırken, en köklü çözümü babaannem bulmuş. Babaannemin evi, neredeyse "Ankara ayaklarımızın altında" diyeceğiniz bir yerdeydi. Ankara’nın o dönem tüm önemli yapıları evden görünürdü. Ankara’nın güvercinlerini bilirsiniz; öyle çoklardır ki… Kışın babaannemle güvercinler için balkona ekmek kırıntıları koyardık, babaannem bakmış ki ben bu işi kaptım, yemek yemem için o muhteşem eylemi gerçekleştirmiş: “Aç ağzını, ye bakalım şunu, yemezsen şimdi kuşlar gelecek karnımı yiyecek!”. Ah, tüh, vah yazık olmuş sana demeyin. Yıllardır hatırlayıp kahkahalarla güldüğüm bir olaydır. Yemeğimi yermişim tabi! Kuşlara da ekmek vermemin amacı “Aman doysunlar da, babaannem beni yemek için zorlamasın.” diyeydi, mıh gibi aklımda! Böyle bir olayı günümüzde yorumlayacak pek çok uzman (!) “Çocukta korku oluşturacak bu durum ….” diye cümlesine başlayabilir. Oluşmadı, endişelenmeyin. Kuşları seviyorum, babaannemi de. Dahası ne zaman Ankara’ya gitsem, o  çocuğa dönüşüp kıkır kıkır gülüyorum.

Ne yapsalar daha doğruydu, şu anki çözümlerinizle düşünün? (Sindirim rahatsızlıklarını ayrı tutarak) “Onu yemedi bunu yapalım, ay çocuk bunu sevmedi ötekini alalım, vah çocuk berikini istemedi tamam istediği bir şey bulalım…” Tanıdık geldi mi?

Ne yaptılar? “Bu tabak bitecek.” dediler, bunu derken yemeğin içerisine farklı vitaminler alsın diye bana hissettirmeden başka besinler eklediler. Ama hiçbir zaman aile sofrasının çeşidinden farklı bir şey sunmadılar. Bu bahsettiğim yıllar seksenler. Gelelim doksanlara, biraz büyüyünce gerçekleşen bazı sahnelere. Çocuğuz aklımıza bir şey geldi, koştuk büyüklerin yanına, artık derdimiz, istediğimiz neyse. Sahnedeki büyükler sohbette, hoooop başladık paldır küldür konuşmaya. O zamanlar sahnenin esas oyuncuları büyüklerden birinden bir ses geldi, “Yavrum, şu anda konuşuyoruz, sözüm bitsin o zaman dinleyeceğim.” Tanıdık geldi değil mi? Bekledik mi? Evet. Çatladık mı beklerken? Hayır! Şimdi sahnenin esas oyuncuları kimler? Oyuncu değişikliğinin sonuçlarına bakalım mı?

Okul bahçesinin ortasına içtiği gazozun şişesini keyfi atıp, şişeyi parçalayıp, uzaklaşmaya bile gerek duymayan; sorulduğunda “Canım istedi de kırdım” derken rahatsız olmayan çocuk…Ya da arkadaşının eşyasını izinsiz almaktan çekinmeyen, bir başkasının rahatsız olabileceğini düşünmeye bile gerek duymayan,  kendinden güçsüzlere gerek şiddetle gerekse sözle her istediğini yapabileceğini düşünen, kendi dünyasının kral ve kraliçeleri olarak karşımıza, toplumun herhangi bir köşesinden çıkıveriyorlar.

Yeter ki istediğini yapsın, sussun, mutlu olsun da bir başkası ne hissederse hissetsin diyerek yetiştirilen çocuk, acımasızca söylüyorum ama MUTLU OLMUYOR! Özgüven, kendini doğru ifade edebilme, hakkını arama gibi durumlara dair yazılmış kitapların, bunlar üzerine konuşan uzmanların yanlış anlaşıldığını düşünüyorum.

                Kuralların, kurallara uymanın, sınırların, toplumla uyum içinde yaşamanın çocuğa güven verdiğini biliyor muydunuz? Sorumluluklarını yerine getirebilen çocuk özgürleşir, kendine güveni gelişir. Kurallar ve sınırlar (aşırı durumlar değil), çocuğun kendisini güvende hissetmesini sağlar. Beklemenin, sabretmenin tadına varan çocuk, her açıdan mutluluğu yaşar. Bir çocuğun başarısına odaklanırken, başarının mutluluk üzerinde etkisinin olmadığı gerçeğini artık araştırmacılar anlatmaktan çekinmiyor. İçsel mutluluğun, paylaşmak, yardım etmek gibi temel insani duygularla geliştiğini vurguluyorlar. Bireysellik ve bencillik arasındaki uçuruma kaç çocuğu yuvarlıyoruz dersiniz?


22 Ekim 2017 Pazar

BAŞARILI ÇOCUK REÇETESİ



Bütün derslerde başarılı, girdiği sınavlarda ilk üçte olan, sınav notları yüksek çocuk yetiştirmenin reçetesini ister miydiniz? Okuduğunu hemen anlayan, eve gelir gelmez ödevlerini yapan, sınavlarda hatası olmayan çocuktan bahsediyorum. İlköğretim ve ortaöğretimi yüksek notlarla bitiren, en iyi üniversitelerin en iyi bölümlerine yerleşen çocuklar hemen her anne babanın hayali değil mi? Bunun bir reçetesi olsaydı, sanıyorum insan doğasının tamamen değişmesi gerekirdi. Belki başlığa aldanıp hevesle okumaya başladınız. Sizi hayal kırıklığına uğrattığım için üzgünüm. Okul başarısının kesin bir reçetesi yok! Ancak bugünün çocuklarının, gelecekte başarılı ve mutlu yetişkinler olmalarının bazı ipuçları var. Şimdi bahsedeceğim bu ipuçlarına “deli saçması” diyebilirsiniz. Başarılı çocuklar yetiştirmek için, uluslararası alanda yapılan uzun süreli araştırmaların sonuçlarını sizlerle paylaşacağım:

1)      Çocukları ev işlerine dâhil etmek: Ev işlerinde sorumluluk alan çocukların, gelecekte ekip çalışmalarında başarılı oldukları sonucuna ulaşılmış. Başkalarına yardım etmenin önemi, ev işleri ile başlıyor. Bunun yanı sıra çocuklar “Hayatında içinde yer alabilmek için, hayata dair işleri yapmalıyım.” sorumluluğuyla erken yaşlarda tanışıyorlar.

2)      Çocuklara sosyal beceriler öğretmek: Araştırmacılar, 700’ün üzerinde çocukla anaokulundan başlayıp bu çocukları 20 yıl boyunca gözlemliyorlar. Anaokulundan itibaren sosyal beceriler kazanan çocuklar, 20 yıl sonraki yetişkin hayatlarındaki başarı arasında çok anlamlı ilişkiler bulunmuştur. Arkadaşlarıyla dayanışma içerisinde olan, başkalarına yardım eden, onların duygularını anlayan, problemlerini kendi başına çözen çocukların 20 yıl sonra istedikleri bölümlere yerleştikleri, daha sonrasında istedikleri işlerde çalıştıkları gözlemlenmiş. Amacımız çocuklarımız için sağlıklı bir gelecekse, çocuklarımızın sosyal ve duygusal becerilerini geliştirmenin önemi bilimsel çalışmalarla da ortaya çıkıyor.

3)      Beklentinin Yüksek Olması: Buna bazı alanlarda Pygmalion Etkisi, başka bir deyişle Kendini Gerçekleştiren Beklenti de denmektedir. Başarabileceğine inanan, başarmak için harekete geçer.

4)      Yanlışa, başarısızlığa odaklanmak yerine, emeğe odaklanmak: Çocuğun üstesinden gelmek istediği her hangi bir konu üzerinde çabasına odaklanmanın, onu bu konuda desteklemenin başarıyı etkilediği sonucuna ulaşılmış.

Çocuklarda başarı üzerine yapılmış pek çok araştırmanın ortak maddeleri olarak derlenen 10 maddeden sadece dördünü özetledim. Mesleği, sosyoekonomik düzeyi ne olursa olsun, ortak olarak faydalanabileceğimiz maddelerin bu dördü olduğunu düşündüm. Başarı çok faktörlü bir kavramdır ve pek çok boyutu ve etkileyeni vardır.

İnsanın başarı ifadesini, kendimce doğanın düzeniyle eş değer tutarım. Tıpkı doğanın kendine has ve birlikte saygıyla yürüyen düzeni gibidir benim için. Kendi yetenekleri doğrultusunda ilerleyen, diğer insanlarla doğru iletişim becerisini kazanmış, yardım etmeyi, paylaşmayı bilen yetişkinlerin, çocukluklarının da mutlu geçtiğini düşünürüm. İşin sonucunun “EN İYİ” olmasından ziyade süreçteki çabanın kıymetini bilen, hatalarından, başarısızlıklarından kendi gelişim çizgisini oluşturabilen çocuklar, üzerinde zaman ve emek harcadıkları işin kıymetini de bilirler. Çünkü hata da başarısızlık da birer öğrenme yöntemidir. Bir sınav sonucunun muhteşem olması kısa süreli bir amaçsa, bütün olarak öğrenmenin keyfi uzun süreli bir amaçtır ve çalışmak bu sürecin anahtarıdır.

Başarılı olmak için çalışmak, bir esin işi değildir. Belli bir disiplin gerektirir. Düzenli tekrarlar, öğrenilenin hayatla bağdaştırılması bu disiplinin sonucunda ortaya çıkar. Sanıyorum biz yetişkinlere düşen görev çocukların hayal etmelerinin yolunu açmak, ufuklarını geliştirebilmelerini sağlamak, bazı başarısızlık durumlarıyla baş edebilmeleri için onlara fırsat tanımak. Yapabileceğinize inandığınız, bir gün başarılı olduğunuzun hayalini kurduğunuz hangi işte ya da konuda zorluklarla karşılaşmadan başarıyı tattınız? Bugünün en büyük markasının sahibi Walt Disney de “Her şey bir fareyle başladı.” derken, yıldız olmadan önce beceriksiz, başarısız denilerek işinden atılmış, arkadaşlarıyla ortak kurduğu animasyon şirketi iflas etmiş ama vazgeçmemiştir. Çocukların deneyip yanılmaları, hayal kurmaları, bazen başarısız olmaları için çocuklara fırsat tanımak, onlara sağlıklı bir gelecek inşa etmenin belki de altın anahtarıdır.

              Okuyan, okuduklarıyla hayaller kuran, çabasından vazgeçmeyen, yaşadığı dünyanın tümüyle farkında olan çocuklarla dünya çok daha güzel.


                Mutlu haftalar diliyorum.

16 Ekim 2017 Pazartesi

ELA VE LALE’YE SEVGİLERLE


Merhaba bütün 1. sınıf insanları! Biliyorum çok kalabalık bir grubuz ve hemen hemen hepimiz aynı duyguları paylaşıyoruz. Kim bu Ela ve Lale! Bıraksak parkta oynasalar, kum havuzlarında kirlenseler, oyuncaklarıyla oynayıp, kek yeseler! Ama olmuyor. Lale, lale ekerken, Ela un eliyor. Bu seriye yeni kelimeler, yeni harfler eklendikçe işler karışıyor. Çocuklarla ödev yaparken, “Ya ben nasıl bu hale geldim, hiç böyle şeyler yapmazdım!” diyenler parmak kaldırsın. Sakin kalabilmek adına dişlerimi sıktığımı itiraf ediyorum. Bakıyorum iş çığırından çıkacak “Haydi yavrum mola verelim, yoruldun.” diyorum. Ah! Onun yorgunluğu mu yoksa benim sabır çıtamın aşağılarda sürünmesi mi? Tahmin edin.

Sevgili Ela ve Lale ekibi ( ELAKİN saz heyeti oluyoruz) , şöyle yaklaşın biraz, çocuklar duymadan anlatacaklarım var. İlk diş, ilk sözcük, ilk adım, ilk ayakkabı gibi bir heyecan yaşıyoruz hepimiz. “Ne zaman okuyacak bu çocuk?” diye endişe, gerilim, korku, heves karışımı farklı bir duyguyla karşı karşıyayız. “Elek ile ekle karıştı, eyvah okuyamayacak mı? Deftere doğru yazamamış, eyvah yazamayacak mı? Yapamayacak mı? Çocuğumun zekâsında bir sorun mu var? Beceriksiz mi bu çocuk?” sıralayın siz de ne var ne yok hepsini, çekinmeyin iç sesinizden başka ses olmayacak. Okur efendim, okur! Ortalama bir zekâya sahip herkes okur! Okuma yazma bir beceridir. Ama bir ay önce ama bir ay sonra, hepsi okur. Nasıl ilk sözcüğünde alkışladınız, ilk adımlarında desteklediniz,  ilk ayakkabısını kullanırken mutlu oldunuz, hatırlıyor musunuz? İşte öyle bir andayız hepimiz. Sabırlı ve sakin olun. Elimizde biletimiz bir araca yetişmiyoruz ki! 

Bir de onların tarafından bakın. Okula ilk başladığım günleri hatırlıyorum, öğretmenim annemin yakın arkadaşıydı ve  annemle aynı okuldaydım. Buna rağmen, korkularımı hatırlıyorum. “Nasıl olsa annem yakınımda” güveni yerine, “Ya yapamazsam” kaygısı hâlâ yüreğimde bir yerlerde duruyor.  Okullar açılmadan birkaç gün önce annemle okula gittiğimde elimde bir bisküvi vardı. Annemin yanında oturmuş bisküvimi yerken birden “Sen bensiz mi yiyorsun o bisküvileri, öğretmenine ikram etmek yok mu?” diye sordu öğretmenim. Bende müthiş bir korku çığlığı: “Eyvah, bu kadın benim öğretmenim olursa bütün yiyeceklerimi yiyecek mi şimdi?” Buyurun size kendimden bir çocukluk korkusu örneği. Öğretmenimi hâlâ çok severim. Yeteneklerimi keşfeden, onları besleyen, ufkumu açan yüce insandır kendisi. Bana kazandırdığı pek çok şey için de minnettarlığımı hep dile getiririm. Ancak görüyorsunuz ki çocuk dünyasının sınırsız hayal gücü, komik korkuları da besliyor.

Sevgili Ela ve Lale ekibi! Çocuklarımız teneffüste arkadaşlarıyla oynamayı başarabildiler! Arkadaşlık kurup, okul kurallarını öğrendiler. Öyle bir düzenle karşı karşıya kaldık ki, hayatımıza bir anda sihirli değnek değmişcesine programlandık. Oyundan, evcilikten, oyuncaktan kopup bir anda defter düzenine, kitap sırasına, kalemtıraşa atıldılar. Öğretmenlerine güvendiler. Okul müdürünün komutlarına uydular. Diyeceksiniz ki “Bu çocuklar okul öncesi eğitimi aldı, o kadar da değil!”. Farklı şey efendim, farklı! Okul öncesi eğitimde kurallar olsa da etkinlik ve oyun temelli ilerlediler. 1.sınıfa başlamadan bir hafta öncesi ile bugünü düşünün, ne kadar ilerledi çocuk? ELAKİN saz ekibinden bahsetmiyorum elbette! Topluma uyum benim asıl kriterlerim.

Şimdi değerlendirin, kendinize samimi bir şekilde şunları sorun : “Çocuğumun arkadaşlarına davranışları nasıl? Sırasını bekliyor mu? Arkadaşının kendisinden önce bir kelimeyi hızlı ve doğru yazmasını nasıl karşılıyor? Sınıf ve okul içerisinde akranlarının farklılıklarına saygı gösteriyor mu? Öğretmeninin kazandırmaya çalıştığı sorumluluklarla arası nasıl? Akranlarına zarar veriyor mu? Akranlarıyla uyum içerisinde eğlenebiliyor mu? Derse odaklanabiliyor mu? Dikkatini derse ve ödeve verebiliyor mu? Öğrendiklerini hayatına yansıtabiliyor mu? Öğrendiklerine kendisi de yeni bir şeyler ekleyebiliyor mu? Sorular soruyor mu?”

Okuma yazmayı öğrenmek değil asıl mesele. İlla ki öğreniyoruz çoğumuz. Toplumda saygıyı, kişiler arası saygıyı kavrayabiliyor mu? Asıl meselemiz bu olmalı diye düşünüyorum. Başkasıyla rekabet halinde olan değil, kendisiyle yarışan; kendi hatalarının farkında olup onları düzeltmeye çalışan bireylere ihtiyacımız var. En önemlisi de yaptığı işi keyifle, mutlulukla yapanlara… İnsanları asıl mutlu eden şey başarıları değil, yaptıkları işten aldıkları doyumdur. Çocuklarımıza bir an önce okumayı öğrenmeleri yerine, öğrenmenin bizzat kendisinin değerini vermek de biz anne ve babaların işi. Üzülerek söylüyorum ki hiçbir öğretmen karakterin hamurunu şekillendiremez. O hamuru şekillendirmek ailenin elinde. Şimdi sakin olun, tüm vesveselere kulaklarınızı kapatın. Çocuğunuzun öğrenme sürecinin keyfini yaşayın. İlk adımların titrekliğini hatırlayıp, yüzünüze kocaman bir gülümseme yerleştirin. Ela ile Lale’yi el ele rahat bırakın.


9 Ekim 2017 Pazartesi

KIŞ TEMİZLİĞİ VE ERTELEME ÖZGÜRLÜĞÜ

Aslında bir süredir Akış Kuramı üzerinde çalışıyordum. Tüm öğrendiklerimi yazıya aktarıp, paylaşacaktım.  Günlerce bir konuyu araştırmak, onun üzerine düşünmek, belki delilleri toplamak ve geleneksel olarak bilgisayarın başına oturunca, tüm planların yerini o anda gelişen bir başka konunun alması… Benim gibi plan yapmaya alışık olmayan insanların gülümsediğini görür gibiyim. “Planlı çalışmak sizi başarıya ulaştıran en önemli yoldur!” cümlesini ilk hatırladığım günden bugüne değişen bir şey olmadı: Planlı yaşayamıyorum. O zaman plansız akışa ayak uydurmak gerek, öyle değil mi? Akşam yemeğini gündüzden hazırlamak, hangi saatte nerede olacağımızı ayarlamak gibi kolay planlardan bahsetmiyorum. Canınız istediğinde istediğini yapmak gibi bir düzensizlik de değil demek istediğim. HAYATA AYAK UYDURMAK! Evet, tam da bu! Yerinde ve elinden geldiğince mücadele etmek, baktık olmuyor yerinde ve fark ettiğinde vazgeçebilmek.

Nelerden vazgeçmek istersiniz?

Bu soruyu kendime sorduğumda, Ağustos sonuydu. Mutfak dolaplarımdan başladım önce, kullanmadığım, kenarı kırık ne kadar mutfak eşyası varsa hepsini çöpe attım. Kıyafetlerle devam ettim. Kendimce önceliği kullandığım nesnelere vermeliydim. El altında belki yıllardır duran eşyalar tek tek elimden çıktıkça, diğer vazgeçmek istediğim her şeyden de böyle kolay vazgeçebileceğimi gördüm sanırım. Eğitim biliminin “somuttan soyuta, basitten zora” ilkesini uyguladım. Sonra baktım değiştiremediğim durumlar var, kendimi değiştireyim dedim, sanırım en zoru da burada başladı. Ama başardım. Gündelik telaşlarım ve yorgunluklarım arasına sızan ne var ne yok hepsini temizledim. Eylül sezonuna keyifle başladım.

“Hazır Ekim’i ortalıyoruz, o da toparlanıp gidiyor yazla birlikte, sanırım alışılmışın dışında bir temizliğe daha ihtiyacın var” dedim kendime. Kış temizliği koydum adını bu durumun. Ancak bu kış temizliğinin, bahardan bir farkı olmalıydı… Hafta sonu, başka bir şehirde amaçsız yürüdüm. Kalabalığın ortasında, kim olduğunuzun, sorumluluklarınızın, neler yaptığınızın hiçbir öneminin olmadığı bir yerde, yani tam anlamıyla kendinizleyken aslında kendi sesinizi çok net duyuyorsunuz. İşte orada : “Erteleme özgürlüğünün farkında mısın?” diye bir mırıldanma duydum kendimde.

Erteleme özgürlüğü kavramıyla Yürümenin Felsefesi kitabında karşılaştım. Bu kitabı yine bir seyahatte okumuştum. Tıpkı kitapta bahsedildiği gibi, acelecilik ve sürati bir kenara bıraktım. Yavaş yavaş yürüdüğüm o birkaç saat neredeyse iki güne eşitti. Zihnimin tüm gevezelikleri, o birkaç saatte sustu. “Dil bir talimatname, bir fiyat listesidir. Yürümenin sessizliğinde, yürümekten başka bir şey yapmadığınız için kelimeleri kullanmayı bıraktığınızda, o sessizlikte daha iyi işitirsiniz, çünkü yeniden adlandırmayı, yeniden kodlanmayı, yeniden biçimlendirmeyi beklemeyen, kelimelere dökülmeyecek bu şeyi duyabiliyorsunuzdur nihayet. ‘Konuşmadan evvel görmelidir insan.’” İşte tam anlamıyla bunu yaşadım. Yavaşladığımda işlerin daha iyi ilerlediğini anladım. Çözemediğim bir durumun üzerine gitmeyi bıraktığımda, sakinliğin getirdiği aydınlığı fark ettim. Olması için mücadele edip, bir süre sonra vazgeçtiğimde hafiflediğimi gördüm. Baştan söyleyeyim, vazgeçmek dahası vazgeçme kararı bile öyle tabak çanak attığımız kadar kolay olmuyor. Biraz karın ağrıtıyor. Ancak tıpkı bir hafta sonu yürüyüşüne çıkarken eşyalarınızı hazırlarken “Buna gerçekten ihtiyacım var mı?” diye sorduğunuz gibi yaklaşırsanız, yüklerinizi en aza indirebiliyorsunuz. Tıpkı yürümek gibi: zamanı öldürmek için değil, zamanı kucaklamak için… Vazgeçmek de böyle, tüm yükleri sırt çantanızdan atmak gibi… “Çünkü Yürüyen İnsan kendi üzerine çöken kaygı, haset ve korku yumaklarını çözer, varlığını yeryüzünün ebediyen yeni olan kalbine düğümler. Yürüyoruz, işte bu düğümü atmak için.”  

İnsanın kendine saygı durumlarından biri de vazgeçmek: Beklentilerinden, belirsizliklerinden, samimiyetsiz bulduklarından, öyle ya da böyle yük olan her şeyden ve herkesten. 

* Erteleme özgürlüğü için öncelikle vazgeçmeyi öğrenme adımı önemli bir eşik.

Yürümenin Felsefesi, Frederic Gros, Kolektif Kitap, 2017.


8 Eylül 2017 Cuma

EYLÜL VE YETİŞKİN AMİGDALASI


15 Ağustos 2017’de Molecular Psychiatry ( Moleküler Psikiyatri) dergisinde bir makale yayınlandı. Avusturalya’da beynin yapısı üzerine çalışmalar yapan bilim insanları, beyni anlayabilmek ve bazı rahatsızlıkları daha etkin tedavi edebilecekleri bir yenilikle karşılaştılar. Duyguların uzmanı, acıyı, sevinci, hüznü, heyecanı, kaygıyı, korkuyu, aşkı depolayan amigdalada dayeni hücrelerin oluştuğunu gözlemlediler. Dikkat çeken kısım, yetişkin amigdalasında bu yeniliklerin olması. Yetişkin beyninin bir başka bölümünde yeni oluşan hücrelerin olduğu biliniyordu. Ancak duygu merkezi olan yetişkin amigdalasında hücrelerin yenilenmesi pek çok alan için çığır açacak bir keşif.

Bu keşfin bilimsel olarak kaygı bozuklukları tedavilerindeki olası etkilerini, duyguların anlaşılmasını bilim adamlarına bırakıyor, sonraki çalışmalarını heyecanla bekliyorum. Beni ilgilendiren kısma geliyorum.

Geçen yıl bu zamanlar Enerji Panelleri ve Eylül başlıklı yazımda, yenilenmeyi ve Eylül’ün neredeyse tüm insanlarda oluşturduğu heyecan etkisinden bahsetmiştim. Doğum günümün Eylül’de olmasından değil bu ayı böyle sevmem ( bu ayrı bir keyif olsa da). Evinizde okula gidecek kimse olmamasına rağmen, bu ay sizi de heyecanlandırır. Tatlı bir başlangıç mutluluğu sarar. Güneşli, güzel bir yaz geride kalırken, pencere aralandığında taze umutları, yeni kararları, yenilenen esintileri burnunuzun ucuna getirir. Bunun kollektif bilindışı kavramıyla bir ilgisi olabilir mi? Sanki Jung o zamanlar bunu da fark etmiş. Nasıl ki yılan, zaman ve mekandan bağımsız olarak, yüzyıllardır insanların fobisi; bence okullarınilk kez Eylül’de açılmasıyla birlikte okul başlangıcı da heyecanı. İlk kez okullar ne zaman ve hangi medeniyetle Eylül’de açılmaya başladı, araştırdım ama bulamadım. İşte bu yenilenme, bize onlardan miras! Okulların başlangıcının bu tarihe denk gelmesi, tesadüf değilse, tarım toplumlarındaki düzenle ilgilidir diye düşünüyorum. Doğanın kendini yenilemesi, yeni tohumların yeşermesi için hazırlığa başlaması, bundan daha iyi bir zamanlama olamazdı sanırım.

Şimdi gelelim yetişkin amigdalasının yenilenen hücrelerine! Yaşlı, bilinci kapalı bir insanın bile gözünden süzülen yaşa şahit olanları dinledim. Tam tersini de “gülümsüyordu” diye anlatanları da… Duygular işte, çok başka bir alan. Yenilenebilenler, yeniden sevebilenler, acılarını iyileştirenler, kaygı ve korkularıyla baş edebilenler, acıların ardından mutlu olabilenler; bu sözüm size : Tedirgin olmayın, bunlar yenilenen hücreleriniz hem de yeniden doğan… Beden yaşlansa da, duygularımızın tazeliğini devam ettirmesi, amigdalada tamamen yeni oluşan hücrelerimizden. Beden dinçliği bizlere bir şeyleri yapabilme özgürlüğü tanırken, duyguların dinçliği varoluşumuzu belirliyor. Ayna nöronları ise bu duyguların karşılıklı olarak aktarılmasını sağlıyor. Bu demek oluyor ki biri yenilenmeye açık olduğunda diğeri de yenileniyor. Hatta gelecek nesillerde!

Belli bir yaştan sonra size “Sen çok değiştin, hayırdır, hııııı!” gibi yorumlar yaparlarsa, tüm sorumluluğu amigdaladaki nöronlara atabilirsiniz, elbette bu değişiklikler güzelse!

Yenilenen ve bu güzel hücrelerini bizlere ayna nöronlarıyla yansıtan herkese sevgiler! 





·         Evidence for newly generated interneurons in the basolateral amygdala of adult mice. Jhaveri DJ, et al. August, 2017. Molecular Psychiatry.



6 Eylül 2017 Çarşamba

AYNADA ÇARPIŞAN NÖRONLAR



Ayna nöronlar, 1990’larda Parma Enstitüsünde beyin üzerine yapılan bir araştırmada keşfedilmiştir. İlerleyen yıllardaki çalışmalarla ayna nöronların duygularımız, davranışlarımız ve öğrenme becerilerimizdeki rolü şekillenmeye başlamıştır. Esnemenin bulaşıcı olması, üzümün diğer üzüme bakarak kararması, kan aldıran birini gördüğümüzde bizim de kolumuzda acı hissetmemizin başrol oyuncusu oldukları ortaya çıkmıştır. Bu oyuncuların bilimsel araştırmalardaki sonuçlarıyla sizi boğmak istemiyorum. Biraz sonra anlatacaklarım ilginizi çekecek olursa, özellikle İngilizce bilenlerin “Theory of Mind” anahtar kelimesi ile karşılaşacakları sürprizleri kendilerine bırakıyorum.

Hepimiz, özellikle ilk üç yılımızda gözlemleyerek ve taklit ederek öğrenmeye başladık. Basitçe öğrenmenin temelinin taklit olduğunu söylesem, şaşırtıcı olmayacaktır sanıyorum. İşte bu sevgili nöronlarımız sayesinde yürüyor, el sallıyor, tel sarar yavrum oynuyoruz. Gördüğümüz davranışı, uyguladığımızda öğrenme gerçekleşmiş oluyor. Konuştuğumuz dili öğrenmemizde de bu güzelim nöronların etkisi yadsınamaz. Şimdi şaşırtıcı kısma geliyoruz: Sadece davranışlarımız değil, duygularımızın pek çoğunun da başrol oyuncusu oluyorlar. Tuttuğunuz takımın maçını izlerken öfke, sevinç, kazanma hissi; bir film seyrederken ağlama, oyuncuya kızma… Gördüğümüzü aktardığımız, sanki biz yaşamışız gibi hissettiğimiz müthiş bir yetenek ile karşı karşıyayız. İşte burada empati bizi bir reverans ile karşılıyor. Karşımızdaki bir insanın anlattığı bir olayda onun gibi hissedebildiğimizde, acıyı, mutluluğu, hüznü, öfkeyi yaşamış gibi paylaştığımızda… Empati yeteneğimizin dışa vurumu, ayna nöronlarının iletişiminden geçiyor. Bazı bilim insanları, “vicdan” gibi varoluşumuzun en temel durumunun bu nöronlara bağlı olduğu sonucuna ulaşıyorlar. Bu da empatinin, DNA kodlarımızda hâlihazırda var olduğu anlamına geliyor, eğer ayna nöronlarında herhangi bir hasar yoksa.

Ayna nöronlarımızla, hem bireysel hayatımızı hem de birlikte olmayı inşa ediyoruz. Hayata bakış açımızı oluşturuyoruz. Temel sağlamsa, diyecek söz yok elbette. Benim bu araştırmalar arasında en etkilendiğim kısma gelirsek: Doğuştan bu kodlama ile var oluyorsak ve bu yeteneği geliştirilebilmek bizim elimizdeyse; ayna nöronlarımızı tamamen neden iyiliğe ve mutluluğa yönlendirmeyelim? Güzel olan her şeye yöneldiğimizde, beynimizin içinde güzelliklere dair duyguların nöronları ışık saçıyor (gerçek MR görüntülerine bakıldığında).

Aynanın karşısına geçip, kendinize gülümseyin. Şu an hiç gülümseyecek havamda değilim, diyorsanız, şakacıktan da olsa yapın bunu. Kendinize karşı ayna nöronlarınızı harekete geçireceksiniz ve bir süre daha böyle hissettiğinizde, duygularınız davranışa dönüşecek ve mutlu olacaksınız. Mutluluğu taklit ederek mutlu olmak, en basit öğrenme becerisiyle gerçekleşecek kadar kolay. Davranışların duyguları etkilemesinin tam tersini söylüyorum: DUYGULARINIZ DAVRANIŞLARINIZI ŞEKİLLENDİRİYOR. Bu yaptığınız, “Günaydın kendim, bugün çok mutlu bir gün geçireceksin!” ya da “Pozitif enerji yolluyorum” gibi enerji uzmanlarının ya da yaşam koçlarının kullandığı türde masallardan değil. Evrene pozitif enerji yollama hiç değil! Beyninizin iyonlarının harekete geçmesinden bahsediyorum.

İş burada, sadece kendinizle de bitmiyor. Karşımızdaki insanın duygularını hissetmekten bahsediyorsak, insan ilişkilerindeki duygular da bu işin içinde. “Gülmek bulaşıcıdır.” “Mutsuz insanlardan uzak dur” gibi cümleler, bilimsel araştırmalarla şehir efsanesi olmaktan çıkıyor. Hepimiz birbirimizin aynasıyız.

Kopyala-yapıştır özelliği ilk kez tanıtıldığında, salonda bulunan insanlar tarafından coşkuyla alkışlanmıştır. Beynin ve bilgisayarların birer bilgi işleme mekanizması olduğu düşüncesinden yola çıkarak ayna nöronların, kopyala-yapıştır özelliğine ilham vermiş olması uçuk bir fikir olmaz sanırım.

Eğlenceli bir şarkı dinlediğimizde keyifleniyorsak, mutluluğu paylaştığımızda arttırıyorsak, karşımızdaki insanın ne hissettiğini az çok anlayabiliyorsak; güzel olan her şeyi kopyala- yapıştır yapalım ki insanlık kazansın. Yükseltin ayna nöron aktivitelerinizi, tamamlandığınızı hissedeceksiniz.





24 Ağustos 2017 Perşembe

TEREKLER VE DÜNYA KLASİKLERİ



    “Baba, ben okumak istiyorum.”

    “Tamam kızım, 5.sınıfı “PEKİYİ” ile bitir, seni öğretmen okuluna yollayacağım, söz.”
   O yıl, her yıl olduğundan daha fazla çalışır ve ilkokuldan pekiyi derecesiyle mezun olur. Gözlerinde karnenin sevinci bir yana, “Öğretmen olacağım” umudunun ışığı ile koşarak eve gelir. Öyle ki elindeki karne, gökyüzünde kuş gibi süzülen bir uçurtmadır artık onun için. Karneyi görünce duygusuz bir ifade takınır yüzüne babası, “Çarşıya gidip geleyim de konuşuruz” der kızına. Babası eve gelene kadar heyecandan yerinde duramaz çocuk. Sert bakışlar ve asık bir suratla eve gelen baba, “Okumayacaksın, kız kısmı evde oturur ne işin var okulda! Git şu güğümleri doldur, su kalmamış evde. Evle ilgilen biraz.” Gözünün feri sönmüş, uçurtması hızla yere çakılmıştır bir anda. Paramparça eder karneyi. Alır güğümü eline, çeşmeye kadar duvarlara vura vura gider. Çeşmeye vardığında delik deşik olmuş bir güğüm elinde, kırmızı bir beş parmak izi de yanağındadır. Demir ustasının heybetli elinin çocuğun yanağında bıraktığı acı, cam gibi dağılmış hayallerinin yanında kuş tüyünden de hafifmiş!

    Gel zaman git zaman dikiş öğrenmiş, moda dergilerinden kalıplar çıkartmış, en güzel kıyafetleri dikmiş. Evinin en güzel sedir örtüleri, nevresim takımları sanki “çarşı malıymış” gibi bir köşeye yerleşmiş. Kolalı gibi dantelleri olmuş, kâğıt gibi ince, parçalanmaz yufka ekmekleri… Bunlar yetmemiş, başlamış şehirlere gidenlere para vererek kitaplar almaya. Genç yaşta evlendirildiği kocasına yeni fotoromanları almasını sipariş etmiş. Kırmamış kocası onu bu konuda, hangi kitabı isterse bulmuş buluşturmuş, son fotoromanları toplayıp eve getirmiş. Bir yandan çocuklarını okuturken, bir yandan da onlara moda dergilerinden elbiseler dikmiş. Hep en güzellerini giysinler istemiş. Dikişten keyif almış, bağını bahçesini aşkla yeşertmiş. Zamanla kızları evlenmiş, torunlar doldurmuş evini. Torunlarına oyun kurmak, tahtadan oyuncak yapmayı öğretmekten de mutlu olmuş. İlk buzdolabı çıkıp evine yerleştiğinde, tel dolap kitaplık ola
rak kullanılmış. Kitaplar, oturma odasının tereklerinde kolalı gibi duran dantellerin üzerine yerleşmiş. Sedirin altı sepet sepet kitap dolmuş.

    “Anneanne, neden bu kadar çok seviyorsun kitap okumayı?”

   “Okumasaydım, yaşadığım küçücük hayatta tüm dünyayı, yüzlerce insanı nasıl tanırdım? Her bir kitap bambaşka bir hayata pencere demek yavrum. Okuduğum son kitap dün bitti, haydi, halk kütüphanesine birlikte gidelim de yenisini alalım, ne dersin? Güzel bir kıyafet giy ama oraya gittiğimizde çok fazla insanın karşısında olacaksın.”

    “Tamam anneanne, çok mu kalabalık kütüphane?”.

    “Çok kalabalık ya, her meslekten, her ülkeden insanlarla dolu”.

     ….....

    “Hani? Kalabalık nerede?”.

    “Bak raflara, raflara baktığında göreceksin nasıl da kalabalık bir yerdeyiz. Tabi burası, dünyanın en güzel kalabalığı. Keşke yavrum keşke bütün bu kitaplar evimde olsaydı, hem aklımda yalnız kalmaz hem sevdiğim tüm kahramanlarla birlikte yaşardım. Olmuyor ama, buradaki kadar kitabı bulamıyorum. Biliyor musun, en çok dünya klasiklerini seviyorum. Hepsini, hem de hepsini evimin baş köşesine yerleştirirdim… ”.

    Güğümlerden testiye su doldurmak kadar normalleşmiş kitap aşkı, çocukken gözlerinin ferini biraz olsun ateşliyordu. Ta ki gözlerinden aniden rahatsızlanıp, görme yetisini kaybedene kadar. Neredeyse tamamen göremediği bir gün “En çok da kitap okuyamadığıma üzülüyorum” diyerek ağlamıştı.

…………

   Baş kahramanla empati kurarak bu hikayeye bakıldığında, hüzün veren, bu kadar da olmaz dedirten, bazıları için boğaza düğümlenen bir hâl oluyor. Kahramanın kendi hayatı içerisinde, hikâye üzücü iken, ya kahramanın sonrasındaki hayatlarda? Henüz 13 yaşında Suç ve Cezayı okumuş, şu an 37 yaşında hafızasından silinmemişse, bir sonraki kuşağa hatta dünya son bulmazsa daha sonraki kuşaklara paha biçilemez bir hazine bırakılmışsa? Kütüphaneye kendisinden küçüklerle ne zaman gitse, öncesinde “En güzel kıyafetlerinizi giyinin, kıymetli bir kalabalığın önüne çıkacaksınız” diyorsa, o zaman kahraman ile empati kurulduğunda hissedilen hüzün, isyan, öfke duyguları hangi duygularla yer değiştirmiş dersiniz?
  
   Terekte, sepette, tel dolapta da olsa, evdeki kitaplıklar sonraki kuşaklara bırakacağınız en güzel hazinedir! Kitapların tadının damakta kalması ise bence kuşaktan kuşağa aktarılmasıdır, biz görmeyecek olsak bile…

   Not:  Kahramanımız, bir gün babasının mezarı başındadır, “Bana söz vermiştin, öğretmen okuluna gönderecektin… Bunun için seni asla affetmeyeceğim!”.

  Canım anneannem, nur içinde yatsın; derya denizdi… Görme yetisini kaybetmeden önce fotoğraftaki dört kitap elimdeymiş demek ki sadece bunlar kalmış. Kitapların akıbetini kimse bilmiyor…



20 Haziran 2017 Salı

MARS KİTAPLIĞINDAN MEKTUP VAR



Uzun bir süredir aklımdaydı böyle bir liste, buraya eklemeye vakit bulamıyordum. Artık zamanın Momo'yu hatırlattığı bölümdeyim. Gülümseten, düşündüren, şaşırtan,  "Hiç mi değişmez insan?" dedirten, akılda kalan, daha nice duyguyu hissettirenlerin bazıları :

    Suç ve Ceza – Dostoyevski.
                Kumarbaz – Dostoyevski.

                Ev Sahibesi – Dostoyevski.
                İvan İlyiç’in Ölümü – Tolstoy ( Umarım kimse İvan İlyiç gibi ölmez).
                Kreutzer Sonat – Tolstoy ( Fonda Beethoven Kreutzer Sonat’ı da dinleyin derim).
                Gogol – Bir Delinin Hatıra Defteri ( Palto’nun etkisinden kurtulamadım).
                Borges’in Babil Kitaplığı Serisi ( mümkünse serinin tüm kitapları).
                Sibop – Başar Başarır.
                Az Şekerli – Sait Faik Abasıyanık
                Kayıp Aranıyor – Sait Faik Abasıyanık
                İstanbul Tramvayları Dan Dan!... – Selim İleri
                İstanbul Bu Gece Yine Sensiz – Selim İleri
                Sona Ermek – Selim İleri
                Saatleri Ayarlama Enstitüsü – Ahmet Hamdi Tanpınar
                Huzur – Ahmet Hamdi Tanpınar
                Amok Koşucusu – Stefan Zweig
                Satranç – Stefan Zweig
                Kadınlar Rüyalar Ejderhalar – Ursula K. Le Guin
                Kitap Evi – Enis Batur
                Kütüphane – Enis Batur
                Sır – Enis Batur
                Masumiyet Müzesi – Orhan Pamuk
                Kafamda Bir Tuhaflık Var – Orhan Pamuk
                Kırmızı Saçlı Kadın – Orhan Pamuk
                Otomatik Portakal – Anthony Burgess
                Dokuz Anahtarlı Kırk Oda – Murathan Mungan
                Yüksek Topuklar – Murathan Mungan
                Zaman Makinesi – H. G. Wells
                Momo – Michael Ende

NOT: Liste sıralamasında herhangi bir derecelendirme yoktur. Fotoğraftakiler Temmuz listesine aittir. 

       Mars Tozu kitaplığından sevgiler.

                

15 Haziran 2017 Perşembe

ÇOCUKLUK DUYGULARININ GENETİĞİ

Sevgili Herakleitos, ilk cümlem sana : “Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir” demiştin ya, yanılmışsın! Evrende değişmeyen tek şey çocukluğun kendisidir. Bu savımı çocukluğumuza inen Freud ile ya da “insanın anavatanı çocukluğudur” diyen yazarlarla değil, hangi neslin çocuğu olursa olsun, duygularla savunacağım. Eğer yaşadığım şu dönemde zaman makinesi fikri gerçeğe döner de dördüncü boyutta karşılaşırsak, biraz da laflarız, yanımda çekirdek de getiririm, söz.

Bir leğen, içi su dolu elbette, bir de beyaz sabun, işte bu ikisi bir araya geldiğinde kardeşimle en sevdiğimiz oyunlardan biriydi sütçülük! O sabunu bitirene kadar, yani suyun rengini beyaza çevirene kadar uğraşırdık, sonra al eline bir maşrapa, başla süt satmaya! Sanıyorum işin en keyifli kısmı su! Ellerimiz buruştu ya hep öyle kalacak diye de oyunun ardından bir korku sarardı bizi. Şimdi traş köpüğü kullanıyoruz çocuklar için bazı oyunlara… Çamur oyunlarımızı hatırlarım, bu yıl havalar yeni yeni düzeliyor buralarda, ilk fırsatta çocuklarıma da çamurla oynama fırsatı tanıyacağım: biri su taşır, biri çamuru kıvama getirir, bir diğeri elinde çalı çırpı, hayali mimari bir şahesere dönüştürür. Belki dev bir fırın, belki bir saray, bir labirent, tatil köyü… Artık o gün sanatçının aklına ne gelirse. Bir gün baraj yaptığımızı hatırlıyorum, taşlardan kapakları olan, çalı çırpı yine barajın set kısmı, oldukça afili bir yapı; ben suyu biraz hızlı döktüm, baraj tarumar. “Demek bir yerde hata yapmışız, çamuru güçlendirmek lazım ki sel olursa yıkılmasın” dedi biri, biz yine başladık imece usulü barajı yeniden inşa etmeye. Ağlamadık, pes etmedik, birbirimizi suçlamadık… Bu oyunu bize yetişkinler kurmamıştı, ya da ötekinde sabunu kullanarak “Sütçülük oynayın çocuğum” dememişti biri, biz bulmuştuk. Günümüz öğrenme yaklaşım ve uygulamalarında özellikle vurgulanan becerileri yapmış mıyız? Evet. Yaratıcı düşünme var, problem çözme becerisi var, eleştirel düşünme var, hatta ekip çalışması ve birbirine saygı da var. Sizler de düşünün oyunlarınızı, neler yok ki!

Canım çocukluk! Yüz yıl öncekiler de karanlıkta yatağının yamacında bir yerde saklanmış canavardan korkup gözlerini yumardı, bugünün çocukları da karanlıkta “ya canavar çıkarsa” diye korkuyor. Otuz yıl öncekiler de ölmüş bir hayvan için mezar yapardı, şimdikiler de aynı merhametle yaklaşıyor. Bin yıl öncekiler de başkasında farklı bir oyuncak gördüğünde aynısı kendisinin de olsun isterdi, bugünün çocukları da istiyor. Aslında oyunların türü, oyuncakların maliyeti değişse de hissettirdiği duygular ilk çocuktan bugüne aynı kalıyor.

Kahkahası, üzüntüsü, kıskançlığı, merhameti, acımasızlığı; hatırladığınız tüm duygular, yüreğinizde derleyin hepsini… Ne değişmiş? Sanki problem çözme becerisi kısmında biraz sıkıntı var. Neden? Oyunu çocuk kendisi kurmuyor, problemle karşılaştığında çözümde devreye yetişkin giriyor, hani şu meşhur “seçenek sunma” yaklaşımı en hafifletilmişi. Çalı çırpıdan oyuncak yapabilme, tencereleri kullanıp türlü oyuncaklar icat edebilme fırsatı yok, oyunu illa ki önüne sunulanlarda sanıyor. Sorumluluğu ödevlerle eş değer tutuyor. Oysa bizler, arkadaşlarımızla oyun kurarken evlerimizden bazı eşyaları götürerek yeni oyuncaklar yapardık. Evden getirilenlerin de birer sorumluluk olduğunu oyun kurarken öğrenirdik. Ne zaman çocukluk duygularının genleriyle oynadık bilmiyorum. Teknolojinin mi bu duyguların üzerinde yan etkisi oldu yoksa bizler mi yan etkiyi oluşturduk bu ayrı bir yazı konusu. Çocuklarımıza doğal ortam sunmaya, organik yiyecekler yedirmeye çalışırken, acaba asıl zararı ilk çocuktan bu yana değişmeyen duygulara mı yaşatıyoruz? Hakikaten biz yetişkinler neden çocukların oyunlarına burnumuzu sokuyoruz? Neden en ufak bir sorunda pes ettiklerinden, yenilgiyi kabullenemeyişlerinden, en eğlenceli oyunları bile yarış olarak algılamalarından yakınıyoruz da aşabilecekleri engelleri ellerimizle yok ediyoruz?

Her bir kuşak bir öncekinden daha ileri gitmiş, düzen bu: boynuz kulağı geçer. Duygular hiç değişmemiş. Tutuğumuz takım yenilince, kupayı kazanan takıma yüzümüzü dönmüşüz, karanlıktaki hışırtıdan korkmuşuz, kardeşimizi kıskanmışız, gece yatağa yatınca anlamsızca kıkırdamışız… E bırakalım da biraz tencere tabak dolabı karışsın, mutfak gereçleri oyuncak kutusundan çıksın, yorgan nevresim dolabı (eski evlerde yüklük) boşaltılıp çocuklara gizli ev olsun. Ben size Marslıları yollarım temizliğe! Gelecek nesillere çocukluk duygularını değişime uğramadan aktarabilmemiz için yeter ki duyguların genleri aynı kalsın! “Hayatı kalbin gibi yaşarsın” der annem, bırakalım da çocukların kalbi çocuk kalsın!

Sevgiyle kalın...



13 Mart 2017 Pazartesi

ASİ KIZLARA UYKUDAN ÖNCE HİKÂYELER


Bu ay, tam da Kadınlar Günü haftasında, Hep Kitap’tan kızlar için güzel bir kitap çıktı: Asi Kızlara Uykudan Önce Hikâyeler. 100 kadının başarı öyküleriyle dolu bir kitap. Kitabın amacını, Elena Favilli ve Francesca Cavallo şöyle anlatıyor: “Kızların önlerindeki engelleri anlamaları önemli. Ama bu engellerin aşılabileceğini bilmeleri de bir o kadar önemli. Yalnızca bunların üstesinden gelebilecekleri bir yol bulmakla kalmayacak, arkalarından gelenler için de bu engelleri kaldıracaklar, tıpkı buradaki büyük kadınların yaptığı gibi”.

Halterci, ressam, yazar, moda tasarımcısı, bilim insanı, bilgisayar uzmanı, deniz biyoloğu, kâşif, orkestra şefi, moda tasarımcısı, mucit, kraliçe, casus gibi çeşitli mesleklerde başarılarıyla tarihe adının yazılı olduğu 100 kadın ile tanışıyoruz. “Bir çocuğa başaracağını hissettiği bir görevde asla yardım etmeyin” diyen Maria Montessori’yi daha yakından tanıyor; Apollo 11’in 1969’da Ay’a başarıyla inmesini sağlayan ekibin lideri Margaret Hamilton ile karşılaşıyoruz. Pippi Uzun Çorap hikâyelerinin yazarı Astrid Lingren’in “her koşulda söz dinleyen çocuk” karakteri yerine, kendi maceralarını yaşayan güçlü çocukları cesaretlendirdiğini görüyoruz. Motorun titreşiminden ne zaman vites değiştireceğini hisseden, sağır motosiklet yarışçısı Ashley Fiolek ile gurur duyuyoruz. “Ancak anlarsak değer veririz. Ancak değer verirsek yardım ederiz. Yardım edersek hepimiz kurtuluruz” diyen primatolog Jane Goodall ile yüreğimizi ısıtıyoruz.

Hep Kitap’a ufuk açıcı ve cesaret verici bu kitap ile iyi ki bizleri buluşturdu! Teşekkürler Hep Kitap! Bu kitabın özel bir yeri olduğunu düşünüyorum. Belki biri, bir asi kız yüreği taşıdığını fark etmek için kıvılcıma ihtiyaç duyuyordur. Belki biri, asi kız olduğu için yorulduğunu hissediyor ya da olmadık engellerden dolayı pes etmeyi düşünüyordur. Belki de, yüreğindeki tüm gücün farkındadır da uygun yolları bulamamıştır. Kitabı okuyanın illa ki bir kız çocuğu olması gerekmiyor, bunu da belirteyim. Kim okursa okusun ilham alacağı öyküler olacaktır. Belki okuduktan sonra, birinin hayatına dokunacak ve ileride onun da isminin tarihe yazılmasını sağlayacak. Ya da kendisini örnek alanlara ilham verecek. Suya atılan taşın etkisi gibi olacak, sadece küçükten büyüğe dalga oluşturmayacak, suyun kenarındaki bitkiyi kıpırdatarak, bitkinin içerisindeki minik canlıların doğaya karışmasına aracı olacak, kim bilir? Ya da planktonlar gibi, çıplak gözle görünemeyecek kadar küçük ancak ekolojik döngüde devasa bir etkiye sahip. Bir kız çocuğu hiç de küçümsenemeyecek bir etkiye sahip: nesilleri değiştirir!

Sevgili Asi Kızlar, bu paragrafım da size: Hayal kurmayı bilmeyen birçokları arasında, hayallerinize giden yollar zorluklarla dolu olabilir. Mücadele, emeği daha lezzetli hale getirir. Anlaşılmadığınızı düşünebilirsiniz, olsun sizler zaten sıradan insanlar değilsiniz. Kendi yüreğinizdeki güce inanın! O güç, merak ve tutkuyla bir araya geldiğinde, bütün kapıların açıldığını göreceksiniz. Yorulabilirsiniz, tükendiğinizi hissedebilirsiniz; işte o anlarda bir kere daha düşünün, hayallerinize ulaştığınızdaki mutluluk, yorulduğunuzdaki hislerinizden daha güzel olacak!

Not: Uykudan önce okuyun ki hayalleriniz düşlere, düşleriniz de gerçeklere dönüşsün!



Asi Kızlara Uykudan Önce Hikâyeler, Hep Kitap, 2017.  

11 Mart 2017 Cumartesi

SİBOP, ACEMİ KOLPACI ORHAN'IN ROMANI


Başar Başarır, 2004 yılında Sait Faik Hikâye Armağanını, 2014 yılında Yunus Nadi Öykü ödülünü kazandı. Sibop, daha önce öykü kitapları ile karşımıza çıkan yazarın ilk romanı. “Acemi kolpacı”  Orhan, öyle ki, adı “sibop”a çıkmış. Mahallesinde bile kimsenin dikkatini çekmeyen, neredeyse girdiği tüm işleri yarım bırakan Orhan,  ilk buluşmada Aslı ile evlenme kararı alır ve kısa sürede Aslı ile evlenip kendisini bir macera girdabının içinde bulur.

Kültürel birikim nedir? Bitirilen okulların diplomaları mı, okunan kitapların raftaki sayısının çokluğu mu? Ya da okul yıllarının en önemli münazara sorusunu düşünelim: Çok okuyan mı bilir, çok gezen mi? Ben diyorum ki farkındalığıyla yaşayan bilir! Kültürel birikim ise, sadece diplomalardan, kitaplardan ibaret değildir. Akademik donanımız bir sürü başarılarla dolu olabilir. Elbette bunlar bize artı değerler katıyor. Ancak tatile gittiğimiz bir yörenin pazarında turlamadan, insanların yöresel alışkanlıklarının neler olduğunu gözlemlemeden dönersek, olmuyor, bir yerlerde tıkanıp kalıyoruz. İnsanın ufkunu, farkındalık gözü geliştiriyor. İçinde yetiştiğimiz çevrenin özelliklerini artı değerlerimize eklediğimizde, tüm evreni algılama eşiğimiz yükseliyor.

Bu romanda beni en çok etkileyen taraf karnına yazan çocuklara duyduğum saygı oldu sanırım. Lezzetli Türkçesi, olayın kurgusu, karakterlerin özelliklerinin, geçmiş yaşamlarının hani Freud’un dediği gibi buzdağının altının ortaya çıkışı gibi birçok durumdaki bağlantı güzelliğini de bahsedeceğim elbette ama en çok yazarın bu kültürel birikiminden etkilendim. Başar Başarır, farkındalık gözüyle gördüklerini, okuyucuya eğlenceli bir dille aktarmış. “Arifeyi gördük, bayramı göstermediler; çırak çıkartmak; boku bilmeden kenefe müdür olmak” gibi birçok unutulmuş, belki en son kullanıcısıyla mezara gitmiş, belli yörelere özgü deyimlerin, kelimelerin, konuşmaların bu romanla karşıma çıkması, kültürel farkındalık gözüme kaçan çöpü çıkarttı. Bunlar, taş merdivenlerin altında, toprakla betonlaşmış avluların en ücra, soğuk ve nemli köşelerine yerleşmiş ifadelerdi ve öyle güzel bulundukları cümleye yerleşmişlerdi ki, aidiyet duygusunu hatırlattı. Hani nicedir telli mutfak dolapları dekor olarak kullanılıyor da gelip geçenlerin birçoğu için pek bir anlam ifade etmiyor, ben işte o telli dolapların kenarına oturmuş, kızıl saçlarıyla sakin sakin konuşan dedemin halasını hatırladım. Sanki Cemile hala canlanmış, aynı dolabın yanına oturmuş, eski günlerden anlatıyordu : “Sekemekte oynamayın yavrum, düşersiniz” diyordu. “Hanayı yeni suladım, ayaklarınızın çamurunu eve bulaştırmayın” diye gülümsüyordu.

Romanın başkahramanı Orhan, Aslı ile ani evliliği, ilk görüşte âşık olmasıyla birlikte pek çok olayla mücadele etmek zorunda kalıyordu. Evet, Orhan günümüz dünya şivesiyle konuşuyordu. Yanlış okumadınız dünya şivesi dedim, internet dilinin konuşulan dildeki bozulmasına ben günümüz dünya dili diyorum. İnceden inceye, yazar aslında günümüz dünya şivesine de dokunduruyordu. Orhan’ın kendi çevresinde, varlığı ile yokluğu pek bir anlam ifade etmeyen bir karakter oluşundan, yarım bıraktığı işlerinden, bir baltaya sap olamamış halinden mi geliyordu Sibop?  Olabilir, ilk bakışta tabi. Bence Orhan, kayıplarıyla, çocukluğunda yaşadığı travmatik olayla, yetişkinliğinde yaşadığı iç çatışmalarıyla boğuşuyor, Aslı ile bunları aşmak için kendi hayat mücadelesini veriyor, çevresindekilerle ve geçmişindeki olaylarla yüzleşiyordu. İlk bakışta, argo olarak düşünülen Sibop, aslında sayfalar ilerledikçe lastiğin basıncını ayarlayan en önemli unsur haline geliyordu. Orhan’ın aşkı, mücadelesi olmasa, Orhan’la ilişkili tüm karakterlerin basınç ayarları normale dönmeyecekti.

Yazarın yeteneği, farkındalık düzeyinin yüksekliği ve birikimi bir araya gelmiş, hanayın ortasına yerleşmiş. Hem de leziz bir Türkçe ile. Özetle, bağı suvarmış, artık ürünlerin keyfini sürmesi kalmış. Umarım hepimiz, ne iş yapıyorsak yapalım, nasıl bir birikime sahip olursak olalım, farkındalık gözümüzü de açarız. Böylece dünyayı izlerken, varoluşun anlamını kavrar ve güzel eserleri dünyayla buluştururuz.
SİBOP, Başar Başarır, Can Yayınları, 2017.



10 Mart 2017 Cuma

TERARYUM ÇOCUKLARI

“Günaydın”.

“Hoş geldin”, “Nasılsın?” .

“Teşekkür ederim”.

“İyi günler bakkal amca”.

“Kolay gelsin”.

Kişiler arası iletişimin sanırım en basit hitap şekilleri. Hani farkında olmadan söylediklerimiz. Öyle görüp, alışa geldiklerimiz. Pardon, genelleme yapmayayım, hepimiz için geçerli değil sanırım bu en basit örnekler. Komşuya, asansörde karşılaştığınız bir yabancıya, markette size yardımcı olan bir çalışana, arkadaşlarınıza, uzaktan tanıdıklarınıza, çocuğunuza söylediğiniz, iletişimi başlatan bu ilk ifadeleri kullanıyor musunuz? Yazıyı sessizce ve yalnız okuduğunuza göre, cevabınızı verirken çekinecek birileri yok! Cevabınız “Elbette” ise, çocuklarınızı birkaç gün gözlemlemenizi istiyorum. Okula giderken, servise binerken, komşularınızla karşılaştıklarında, markette, mağazada, her yerde, tanıdık tanımadık tüm insanlarla iletişimleri nasıl? ( Bu paragraf, biraz askıda dursun).

                Bir insanı tanımlarken onlarca sıfat kullanırız: güler yüzlü, samimi, soğuk, mendebur, dürüst, fesat, içten pazarlıklı, kaba, kibar, asil…  Peki, başarı kelimesini neye göre bir insana yakıştırırsınız? Mesleğine, yaptığı yemeklere, kıyafetlerine, gülen yüzüne göre mi? Uzmanlar başarıyı, yapılan işin sonucu olarak değerlendirirler ve bir karakter özelliği olarak tanımlamazlar. Ben insanları, Einstein’ın iyi ve kötü insanlarından biraz farklı olarak, başarılı ve başarısız olarak ikiye ayırıyorum. Benim için insanlara dair öncelikli değerim İLETİŞİM’dir. İki tür insan, iletişimde başarılı ve başarısızlar.

                Sevgili başarısızlar, “Günaydın” demeyi bilmeyen, bütün dünya sadece kendi etrafında dönüyormuşçasına her güzelliği kendisine bekleyen, karşısındakinin fiziksel sınırlarına dahi saygı duymayan, kendi dünyasından başka dünyaların olduğunu kabul etmeyenler olarak tanımlanabilir. Hatta bu açıklamayı devam ettirmek de mümkün: kendileri olmadığında dünya duracakmış gibi düşünen, bencil, sevgi arsızı, kural tanımayan, doyumsuz, mutlu olmayı bilmeyen, karşısındakinin duygularını hırpalayan diye devam edebilirim. Eminim ki bu tanıma sizler de bir şeyler ekleyebilirsiniz. Bu yeni tür ki daha önceki zamanlarda bu kadar çok değillerdi, nasıl oldu da çoğaldılar dersiniz? Söyleyeyim, bu başarısızların ebeveynleri, psikologları yanlış anladı! Bu ebeveynler, eğitimli de olsalar, ya “Ben çocuğumu kendi yetişme tarzımdan çok daha farklı yetiştireceğim” diye yüksek perdeden naralar attılar ya da “Ben öyle mükemmelim ki çocuklarım da benim bildiğim aile düzeninde yetişecek” şeklinde burunlar yukarıda, omuzlar dik olarak bu komutu evrene gönderdiler. Sonuç olarak çok üzgünüm ama kendisini dünyanın merkezi sanan, selamlaşmanın hiçbir türünü uygulamayan, eleştirilmeye asla tahammülü olmayan, iletişimin devamlılığını sağlayan unsurlardan haberi dahi olmayan yeni bir tür ile bizleri karşı karşıya bıraktılar.

                İşte sözüm bu insanlara: Teraryum fanusları gibi kurduğunuz hayat, gerçek bir dünya değil! Uyanın! O fanuslarda sadece hayal ettiklerinizi kısa bir süreliğine yaşatabiliyorsunuz. Teraryum fanuslarının uzun ömürlü olması için ya yapay ürünler kullanmanız gerekiyor ya da uygun koşulları sürekli olarak korumanız. Dünya, bir teraryum bahçesinden daha büyük ve fanusun dışındaki gerçeklik iletişimle dönüyor.

                Eğer “Çocuğum hep bana bağımlı yaşasın, ben her zaman her yerde arkasını toplarım” diyorsanız; siz olmadan kendi ayaklarının üzerinde duramasın istiyorsanız, sizin seçimlerinize göre ilerlesin, sizin gösterdiğiniz yolu seçsin gibi hayalî düşünceleriniz varsa, ÇIKMAZ SOKAK!  Okula götürmeyi unuttukları resim dosyasının bedelini ödesinler ki bir daha ki sefere kendi sorumluluklarını alabilsinler. Bırakın, hangi kitabı okuyacaklarını kendileri seçsinler, bir süre sonra dünya klasiklerini de okuyacaklardır. Siz sadece dünyanın en önemli değerinin iletişim olduğunu SİZİ gözlemleyerek öğrensinler. Onlara imkânlarınız dâhilinde farklı dünyaların kapılarını aralayın, algılarının açılması için fırsatlar oluşturun. Evet, illa bir şeyler yapacaksanız, gezin, görün, okuyun ve onlarla paylaşın. Yani bizim aramıza karışın! İlla öğretecekseniz adab-ı muaşeret öğretin. Sonrasını onlar tamamlayacaktır. Demem o ki, bu yeni türden bizi kurtarın! Çünkü biz başarılı iletişimin dünyayı yörüngede tuttuğuna inanıyoruz. Dengemizi bozmayın.
               


7 Mart 2017 Salı

GENETİK KODLARIMDA ÜÇ KADIN

Yazdım, sildim. Yazdım, sildim. Sonra dedim ki, ben en iyisi genetik kodlarımın baskın kadınlarını yazayım, onlara minnettarlığımı anlatayım. En iyisi böyle olacak. Çünkü gerek eğitim, gerekse hayata dair her şeyde özüme değer katanlar hep kadınlar! Ya direk hayatıma etki ettiler kendi varlıklarıyla ya da dolaylı olarak yetiştirdikleriyle! Çünkü sıkı sıkıya bağlı olduğum bir inancım var: “Bir insanı tanımak ya da değiştirmek mi istiyorsun; onun ninelerini tanı ya da ninelerini değiştir.” İşte bu denli önemli kadınlar, kısaca her şeyi şekillendirenlerdir onlar.

Kendime dair pek çok değerimi, düşüncemi, inancımı etkileyen üç kadın var: anneannem, babaannem ve annem. Üçünün de en belirgin özelliği, tüm rollerine rağmen, birey olmaları. Hepsi bir yandan anne, kardeş, gelin, eş, komşu, arkadaş, teyze, hala ama bir bakıyorum da hepsi aynı zamanda birey. Bağlılar, bağımlı değiller. Birçok şeye sahipler, aitler ama mesafeliler. Yani, kendi yaşam alanları var ve orada kendilerinden başka kimse yok. Babaannemin kendince doğruları, kimsenin onu ikna edemediği değerleri vardı, biz o yaşarken “İnatçı” derdik, şimdi düşünüyorum da uzaktan, inadından değil kendi sınırlarındanmış. Okuyana bayılırdı. Yürekten severdi. Anneannem, karşılaştığı tüm zorluklara rağmen, yaşamayı çok severdi, hangi işe elini atsa harikalar yaratırdı ancak bütün yaptıklarından da keyif alırdı. Sevmediği bir şeyi yaptığını hiç hatırlamam. Evindeki kuş bile değerinin farkındaydı. Yürekten severdi. Annem, canım annem, istemediği bir şeyi asla yapmaz, yapıyorsa keyif alarak yapar. Tıpkı anneannem. Yürekten sever. Gün içerisinde mutlaka kendine ayırdığı bir zaman dilimi olur, kendisi için. Bağlı ama bağımsız.  Ne şanslıyım, genetik kodlarım bu üç, bağlı ama bağımsız kadınlarla kurulmuş!

36 yaşındayım, hem gördüklerim, hem de anlatılanlar birleştiğinde, bu üç kadının eşlerini kıskandıklarını, onları sınırlandırdıklarını görmedim. Bu üç kadının çocuklarının seçimleri yanlış da olsa, onları yollarından döndürdüklerini görmedim. Ellerinden geldiğince yanlışları anlatır ancak sonuca karışmazlar. Çocuklarının keşfetme duygularını hep besler, sorularına cevap verir, şefkat ile aşırı korumacı tutumları birbirlerinden ayırırlar. Fikirlerini söyleseler de ikna etmek için taktiklere girmezler. Taktik diyorum evet, ben bu üç kadında ne karşılarındaki erkeklere ne de çocuklarına dair taktik savaşları görmedim. Kendileri olmaktan hiçbir zaman vazgeçmediler, karşılarındakine saygıyı hiçbir zaman kaybetmedikleri gibi. Hayata dair enerjileri hep oldu mesela, sorunları büyütmediler.

Bu üç güzel kadından aldıklarıma gelince: ailenin çok şey olduğunu ama her şey olmadığını, sorunların bir şekilde aşılabilir olduğunu, bazı şeylerin değiştirilemediğini ve olduğu gibi kabullenilmesi gerektiğini öğrendim. Kadının değerinin, ev işleri, yemek gibi konularda olmadığını, düşünen bir zihnin ve hisseden bir kalbin en güzel dünya değeri olduğunu öğrendim. Okuma hevesimi aldım üçünden de. Bir çocuk yetiştirirken geleceği inşa etmeyi; sevdiğim işi yapmayı, sadece kendim için özel bir alan ve zaman oluşturmayı; tüm dünyadan haberdar olmayı öğrendim. Çocuklarımı ve hayat arkadaşımı, kendi tutkularıma karıştırmadığım, onların seçimlerine, sevdikleri şeyleri yapmalarına saygı göstermeme, bir olmak ve birlikte olmak arasındaki ince çizgiye, herkesin hem bir arada hem de ayrı alanlarda hayatına devam etmesi görüşüme, yani aslında kendime olan güvenime ve saygıma dair bana kazandırdıkları her şeye minnettarım.

Doğrularımla, yanlışlarımla, sadece ben olduğum için sevilmek ve bu şekilde sevilmeyi öğrenmek en şanslı olduğum konulardan biri bence. Sevdiğim her şeye, sırf ben seviyorum diye saygı gösterilmesi, değer vermenin en yüksek ölçüsü değil midir? Ve böylece peşi sıra sevgi gelir, mutluluk gelir.

Sizin doğrunuz nedir bilmiyorum, doğru olduğuna yürekten inanıyorsanız da buna yürekten saygı duyuyorum. Ancak, eğer bir yerlerde “kendime zaman ayıramıyorum” diye sızlanıyorsanız ve bunun sebebini ailenizi bağlıyorsanız, biraz düşünün derim. Siz mi kendinize vakit ayırmıyorsunuz yoksa onların sizsiz vakit geçirmesine mi izin vermiyorsunuz? Bağlı mısınız? Bağımlı mısınız?

2017 Dünya Kadınlar Günü Ödülleri müsaadenizle anneannem, babaannem ve annem için!




4 Mart 2017 Cumartesi

TADIMIZ TUZUMUZ

    Birini çocukluğumdan bildiğim, diğerini yeni öğrendiğim iki hikâyeyle başlamak istiyorum – oysa bilgisayarın başına ilk oturduğumda Sevgili Freud diye başlamıştım, artık başka yazıya. Her neyse önce çocukluğumda duyduğum belki de bir yerlerde okuduğum hikâyemi anlatayım:

    Uzak ülkelerden birinde, üç kızı olan bir kral yaşarmış. Kral kızlarının kendisini ne kadar sevdiğini test etmek istemiş ( bunu neden sınamış orasını hatırlamıyorum). Güzelce almış kızlarını karşısına, “Söyleyin bakalım beni ne kadar çok seviyorsunuz?” demiş. Kızlardan en büyüğü “yıldızlar kadar babacığım” demiş, ortancası “gökyüzü kadar babacığım” demiş, en küçüğü ise “seni tuz kadar seviyorum” cevabını verince kral en küçük kızına çok içerlemiş. “Ne demek tuz kadar, demek ki beni hiç sevmiyorsun” diye bağırmış sarayın orta yerinde ve “Askerler! Derhal beni hiç sevmeyen küçük kızımı saraydan uzaklaştırın” diye emir vermiş. Askerler bir an bile şüphe etmeden, kralın küçük kızını saraydan kapı dışarı etmişler. Gel zaman, git zaman; herkesin zenginlik içerisinde yaşadığı, kuşların cıvıldaştığı, kralın da kendisini çok seven iki kızıyla mutlu mesut yaşadığı günlerde, ülkede tuz kıtlığı yaşanmış. Nasıl oluyorsa, ülkeye tuz gelmez olmuş. Haliyle yemeklerin tadı tuzu kalmamış. Yemek yemeği çok seven kral, tuzsuz yemeklerden dolayı çok mutsuzmuş. Askerlerine bir emir daha vermiş: “Derhal, saraydan attığım kızımı bana bulun, onun beni tuz kadar sevmesini şimdi anladım” demiş. Her masal gibi mutlu sonla biten tuzlu masalımızda, kralın küçük kızı bulunup saraya getirildikten sonra, ülkeye tuz gelmiş mi, yemekler yeniden eski tadına tuzuna kavuşmuş mu, hatırlamıyorum. (Freud üzerine çalışırken, çocukluk dönemlerine takılmışken, tuz ile ilgili okuduğum bir yerde aniden kendi çocukluğuma iniverdim anlayacağınız – serbest çağrışım bu olsa gerek).

    Gelelim ikinci hikâyeye, bilgi olarak kanıtlanamadığı için, rivayetten öteye geçemese de yukarıda bahsettiğim masalla bir bağlantısı olduğunu düşünüyorum.

    Maaş kelimesinin İngilizce karşılığı “salary” ile ilgili bir hikâye: “Salary” kelimesinin kökeninin “Sal” ve bu kelimenin Latince’de “TUZ” demek olduğundan bahsediyordu hikâye. İyi ama tuz ile maaşın nasıl bir bağlantısı var derseniz, Türkçe kelimelerden değil Latince ve İngilizcesinden yola çıkmanızı öneririm. Eski Roma İmparatorluğu döneminde, tuz çok kıymetli bir madde olduğu için – sadece yemeklere lezzet versin diye değil, yiyeceklerin ve bazı malzemelerin çürümemesi için de kullanılırmış- bazen askerlere maaşları parayla değil tuz ile ödenirmiş. Öyle ki bu askerler özellikle tuz ihtiyacını karşılamak için savaşır ya da Tuz Yollarını (Salt Roads- Latince Via Salaria) korurlarmış. Latince Salarium kelimesi de tuz ve maaş ile ilişkilendirilmiş.

    Kelime olarak bizim dilimiz ile bağlantısını kuramasak da, tuzun bir zamanlar çok pahalı, elde edilmesi zor ve aslında hayatın anlamı olduğunu da ben eklemek istiyorum: Güzel havaların tatlı telaşına kapılıp eve tuz götürmeyi unutan şairimiz tuz işinin sırrını çok zaman önce çözmüş diye düşünüyorum. Ya da “Tuzluymuş, alamam ben bu merdaneli makineyi” diyen herhangi birinin o zamanlar tuzun kıymetini bildiğini anlıyorum. “O benim hayatımın tuzu biberi” diyen bir sevgilinin, tuza yüklediği anlamın “acı, tatlı anılar” ifadesinden çok daha derin olduğunu hissediyorum. “Hanım tuz dedi mi, ciğerim cız eder” diyen orta direk bir memurun, “et kokarsa tuzlanır, tuz kokarsa ne yapılır?” diyen bir anneannenin, tuz hakkında bildiklerinin Romalılardan fazla ve çok daha duygu yüklü olduğunu kavrıyorum.

    Gelelim tuz ile maaş kelimesinin Roma tarihindeki bağlantısı gibi, benim kendi tuz bağlantıma: Elbette üç beyazdan sakınmak gerektiğini söyleyen günümüz uzmanları bana kızabilir, uzmanlar her zaman değerlidir benim gözümde, gönlümde. Ancak tuz, yemeklere katılmaktan öte bir anlam taşıyor artık benim hayatımda. Zaten yemekleri de az tuzlu yerim, sorun yok. Bir zamanların en zor bulunan, hatta uğruna savaşlar çıkan, yolları korunan tuz, günümüzde neye dönüşmüş olabilir diye düşündüm. Sonucu da “tat ve tuz” ikilisinde buldum. “Ağzımın tadı tuzu kalmadı” dememek için, güzel bakalım, güzel düşünelim. Belki şu anda tuz, tuzlu değil; asıl tuzlu olan “sevgi ve mutluluk”. Çoğu insan ya sevmeyi bilmiyor ya sevilmiyor. Çoğu ise Bruce Willis’in 2001 yılında gösterime girmiş İçimdeki Çocuk –The Kid filmindeki gibi kendi çocukluğuyla yüzleşip, sorunları çözemiyor. Çatışmalar, savunma mekanizmaları yaşamları boyunca sürüp gidiyor. Sevmeyi ve mutlu olmayı bilmeyenler ya da çocukluk çatışmalarını yetişkinliğinde çözemeyenler, kendilerine ait bir dağda da yaşamadıklarına göre, direnç olarak yayılmaya devam ediyor. Anneden geliyorsa, çocuklara geçiyor, çocuklardan da nesiller boyunca devam ediyor. Mars’tan gördüğüm kadarıyla tuzun değeri bile dünya zamanında değişebildiğine göre; tuza yüklenen anlamların asıl kaynağı unutulmuş olduğuna göre, insan neden değişmesin? Yeter ki değişmek istesin, salt doğrularından sıyrılıp, kabuğunu kırabilsin, değil mi?

    E o zaman, değişime, sevgiye ve mutluluğa dair benim de çorbada tuzum olsun.